.

İSLAM HUKUK USULÜNÜN DOĞUŞU HANEFİ ve ŞAFİİ MEZHEBİ


Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*

 

Kuran gelmeden önce değişik ülkelere değişik zamanlarda değişik peygamberler geliyor ve kitaplar indiriliyordu. Kuran-ı Kerim, vahiy yoluyla nazil olan bir kitaptır. Hz. Muhammed de son peygamberdir. Kuran-ı Kerim, Hz. Peygamber’e parça, parça ve sıraya riayet etmeden nazil oluyor, deri, tahta ve kemik parçalarına ve taşlar üzerine yazılıyordu. İnen ayetlerin nereye ve hangi sureye konulacağının bilinmesi için de ondan önceki sayfaların son kelimesi tekrar ediliyordu.

Bir taraftan Kuran nazil olurken, diğer taraftan da Cebrail Hz. Peygamber’e bu ayetlerin nasıl uygulayacağını sözlü olarak talim edip ona öğretiyordu. Fakat Hz. Muhammed, zaman, zaman kendi görüş ve içtihatları ile uygulama yapıyor; hatta bunlar arasında bazen yanlış yaptığı da oluyordu. Ancak Cebrail geliyor ve onun bu yanlışını düzeltiyordu.[1] Eğer Cebrail gelmez ve herhangi bir düzeltmede bulunmazsa böylece onun bu içtihadında isabet ettiği anlaşılıyordu. Bu suretle Hz. Peygamber’in uygulamaları yani sünnet de Allah’ın takrir ve tasdiki ile böylece bize delil olmuş bulunmaktadır.

Hazreti Muhammed’in vefatından sonra artık Cebrail gelmedi. Dört halife bu vahiyden[2] boşalan yeri istişare usulü ile doldurdular. İlk halifeler bu şekilde arkadaşlarına danışıyor ve onların rey[3] ve görüşlerini telif ederek hükümler veriyorlardı. Tabi sahabelerin halifelerin ilmine ve şahsiyetlerine büyük güvenleri vardı. Dolayısıyla Sahabiler, halifelerin fetvalarını aynı Hz. Peygamberin fetvası gibi inanıp kabul ediyor ve onları uygulamaya koyuyorlardı. İşte bu şekilde vahyin yerini istişare usulü ve danışma kurulu almış oldu.

Halifelik saltanata dönüşünce artık hükümdarların bilgisine ve kişiliklerine halkın inanı ve güveni kalmadı, herkes kedisine fetva verecek bir müftü ve bir büyük aramaya başladı. İşte bu şekilde halkın biati ile birtakım merkezler ve mezhepler ortaya çıktı. Hatta bu mezheplerin sayısının 200 lere kadar ulaştığını bile söyleyebiliriz. Bu merkez ve mezheplerden iki tanesi, kendilerine sonradan ehl-i hadis ve ehl-i rey, hadis ve içtihad[4] taraftarları adı verilen Hicaz ve Irak ekolleri meşhur oldu. Müslüman halk bu iki görüş etrafında toplanmaya başladı ve böylece bu iki ekolde büyük âlimler de yetişmeye başladı. 

İmam Malik Medine’de ders veriyordu. Elde Hz. Peygamberin ve Raşit halifelerin uygulamaları vardı. Sahabeler de canlı birer örnek olarak gerektiğinde arkadaşlarına birer misal teşkil ediyorlardı. İmam Malik, Muvatta adlı bir kitap telif etti. O, bu kitabında Hicaz ehlinin rivayetlerini ve kuvvetli hadisleri, sahabe kavillerini ve tabiin fetvalarını toplayıp bir araya getirdi. O, fıkhi meseleleri sıra ile ele alıyor ve ayet, hadis ve Medinelilerin örfü ile cevaplıyordu. Onlarda bulamadıklarını da kendi aklıyla çözüyor ve bunu da kendi görüşü olarak yazıyordu. Bu ekol, sonra gelişecek batı dünyası için kanton denilen yerleşim birimleri açısından örnek bir ekol olacaktır. Bu mezhebin (Kelime olarak mezhep, takip edilen, gidilen yol demektir. Mecazen de şahsî/ferdî (kişisel) görüş, inanç ve doktrin manalarında kullanılmaktadır. Din açısından ise müctehidin, dinin ayrıntılarına ilişkin, kendine mahsus kural ve yöntemlerle oluşturduğu inanç ve hukuk sistemini ifade eder) temel felsefesi, örfe dayanır. İmam Malik meşhur ve mütevatir sünneti kabul etmiş; fakat ahad yollu hadisler[5] yerine Medinelilerin uygulamasını esas almıştır.  O, böylece Medinelilerin ittifakını icma[6] kabul etmiş ve uyulması gereken bir delil saymıştır. Diğer mezheplerden sadece Şiiler ehl-i beytin ittifakını yeterli görmüştür. Yalnız bu icma konusunda diğer mezhepler ise bütün ümmetin yani tüm âlimlerin ittifakını şart koşmuşlardır.

Bu maliki mezhebinin, zamanımızda yapılacak içtihatlara, yerel örf ve adetlerin, ittifak ve icmaların bir kural olarak kabul edilmesi gibi bir etkisi olabilir. Böylece mahalli ittifaklar o yer için bir nevi icma kabul edilir. Böylece bir aşiretin icmaları o aşireti bağlar, bir kabilenin icmaları o kabile halkını bağlar ve bir şabın icmaları o şabın halkını bağlar (isterseniz bu yerleşim birimlerine bucak, il ve devlet diyebilirsiniz) ve bir kavmin icmaları o kavmin halkını bağlar. Bu suretle Malikilerin örfünü genelleştirerek günümüzdeki yerinden yönetim sorunlarını bu şekilde çözmek isteyenler, Malikileri kendilerine örnek almış olurlar.

Ebu Hanife ise Irak’ta ders veriyordu. Irak Medine’den çok daha uygar bir kentti. Bununla beraber bu yer Hz. Peygamber şehrinden uzakta bulunuyordu. Onun için Hz. Peygamber’in hadisleri yeter derecede oraya ulaşamamıştı. Ayrıca Küfe örfü tamamen bir cahiliye örfü idi, bu sebeple Medine’de olduğu gibi, delil olarak kabul edilip alınamazdı. O nedenle Irak’ta düşünen Müslümanlar yeni bir usul-yöntem geliştirdiler ki, o da fıkhi kıyastır. Böylece bir hükmün illeti bulunuyor ve artık o illetin bulunduğu her yerde asıl olayın hükmü uygulanıyordu. Bunlara göre Kuran ve sünnette örneği olmayan bir hüküm yoktur. Böylece onlar, Kuran ve sünnet delillerine kıyası da dâhil ettiğimiz zaman naslarda olmayan her hangi bir meselenin hükmü olmayacağı var sayımına dayanarak fıkhı geliştirdiler. Hanefilerin bu usulünde yeni bir şey daha vardı. Bir hükmün bir aslı vardı. Mesela domuz eti haramdır. Bu hükmün bir illeti vardı. Diyelim ki domuzun meyve yiyen bir hayvan olmasıdır. Bir de hükmü vardı. O da onun etini yemenin haram olmasıdır. Mesela maymun da meyve yiyen bir hayvandı. O halde maymunun eti de haramdı. Yani et yiyen hayvanların etleri hayda, hayda haram olmalıydı. Bazen Haramlığı ve illeti verilir, ama aslı yani örneği verilmezdi. Onu belirlemek yani illeti bilinen bir hükmün aslını ortaya koymaya da istihsan denir.[7] Mesela zararlı şeyler haramdır. Mesela sigarayı örnek olarak aldığımız zaman, zararlı bir şeyin haram olduğu ayet, hadis yani nass ve icmalarla sabit olduğunu için, sığara haramdır dediğimizde işte burada örnek olarak sigaranın alınması ve onu içmenin haramlığı istihsan ile sabit olmuş olur.

Bu Hanefi ekolü, doğuda gelişti. Mesela tümden gelim metodu İbrahim Peygamber zamanında Mezopotamya’da başlamış ve Yunanistan’da Aristo mantığı olarak gelişip yaygınlaşmıştır, diyebiliriz. Tüme varım metodu da Hanefiler tarafından geliştirilmiştir. Böylece bugünkü batı uygarlığının temelleri de Hanefi ekolü tarafından atılmıştır, dediğimiz zaman aşırı gitmiş değil, bir gerçeği ifade etmiş oluruz.

Ebu Hanife kendi zamanında çok meşhur bir âlim haline gelmişti. Emevi sultanları onu kendi politik saltanatları için kullanmak istediler. Fakat o bu işe soğuk bakarak uzak durdu. Ondan sonra iş başına gelen Abbasi yöneticileri de aynı şeyi yapmak istediler. O yine uzak ve soğuk durdu. Artık bu ilim adamı duruşuyla Ebu Hanife öldükten sonra daha da meşhur olmaya başladı.  O tarihlerde Medine ekolünde de bir âlim yavaş, yavaş etrafta duyulmaya ve ünlü olmaya başladı. Bu şahsiyet ise İmam Şafii idi. O, Maliki ekolünde çok ileri derecelere ulaşmıştı. Hatta o devrin hükümdarı, ona Ebu Hanife ekolünün görüşlerini eleştirip fikirlerini çürütmek için görev verdi. Bunun için Maliki ekolünü bilen Şafii, Hanefi ekolünü de öğrenmek istedi ve Hanefilerin yanında giderek onlardan ders aldı.

 Böylece fıkıh ekolleri teessüs etmiş oldu. Her iki taraf kendi usullerini uyguluyordu. Ama henüz usul ilmi doğmamıştı.  İşte İmamı Şafii, Hanefilerin usulüne karşı yeni bir usul geliştirdi ve bu usulle de yeni bir mezhep oluşturdu.

Şafii mezhebi, maliki mezhebine karşı gelişmemiş, Hanefi mezhebine karşı gelişmiştir. Şafii her ne kadar kendisi Medine Ekolüne mensup ise de çalışma usulü Hanefilerin usulüne benzerdir, böylece sanki Şafii mezhebi Hanefi mezhebinin bir kolu mahiyetindedir, diyebiliriz. Hem tüm fıkıh tartışmaları bu iki mezhep arsında geçmiştir, dersek doğruyu söylemiş oluruz.  Diğer mezhepler ise yeni bir şey üretmekten ziyade hep eski fikirlerini korumuşlardır. Şafii ile Hanefiler arsında bazı usul farkları olmasına rağmen çalışma sistemi, tamamen aynıdır. Oysa Şafiden sonra gelen Ahmed İbn Hanbel daha çok Malikilerin mezhebine kaymıştır, kanaatindeyiz.

Aradan çok zaman geçmiş ve birçok yalan olan sözler hadis diye uydurulmuştur. Ahmed İbn Hanbel ise kıyas[8] yapmaktan çok, uydurma olsa da hadisleri tercih etmiştir. Biz şimdi burada Hanefiler ile Şafiiler arasındaki bazı usul farklılıkları üzerinde durmak istiyoruz. 

1-     Şafii usul kitabında kıyası kabul etmiş ve savunmuştur. O, Malikilerin de kıyası kabul ettiğini savunmuştur. Dört delilin icma[9] ile sabit olduğunu Risalede gizli bir şekilde iddia etmiş[10] ve onun bu iddiasına hiçbir mezhepten muhalefet gelmemiştir. Dolayısıyla Kitap, sünnet, icma ve kıyas, böyle icma ile deliller içinde yer almıştır, görüşündeyiz. İşte böylece bu icma delilinin oluşmasında İmam Şafii’nin büyük bir etkisi olmuştur. Hanefiler için de bu icma konusu fıkhi düşüncenin oturup kurallarının yerleşmesinde temel bir dayanak teşkil etmiştir. Şafii biraz da siyaset olsun diye istihsana karşı çıkmıştır. O, usul kitabında değil, füru kitabında istihsana şiddetle karşı çıkmıştır ve hatta bu konuda İbtâl-ül İstihsân adı ile küçük bir kitap yazmıştır.[11] Yani netice olarak Şafiilerin Hanefilerden ayrıldığı temel nokta, istihsan meselesidir.

2-     Şafiler ile Hanefilerin usulde ayrıldıkları ikinci bir temel husus, istishaptır. Şafiilere göre istihsan[12] delil değildir, ama istishap[13] delildir. O da Müslümanların Müslüman olmadan evvel yaptıkları işleri eğer şeriat yasaklamamışsa onlar, bizim için delildir, diyorlar. Hanefiler ise bunu kabul etmezler. Buna karşılık Hanefiler eski şeriatta olan hükümleri bizim şeriatta zikredilmek şartı ile kabul ediyorlar. Bu hususta ise aralarında ayrılık yoktur.

3- Şafiilerle Hanefiler arsında önemli bir usul farkı da Şafiilerin Kuran’da mevcut olan istinbat hükümlerini kesin kabul etmeyip hadislerle değiştirmeleridir. Mesela abdestte uzuvları yıkamada sıraya riayet edilmesi gerektiğine dair olan ayette vav harfi mutlak cemi içindir, diyor Hanefiler; Şafiiler ise bu kuralı kabul etmekle beraber, diğer taraftan hadisler yardımıyla bu kurala aykırı hükümler veriyorlar.

Onlar, Kurandaki mutlak köleyi mümin köleye kıyasla kayıt altına almaktadırlar.

Hanefiler bir kelimeye mecazi bir mana verdikten sonra artık hakiki mana vermezler. Şafiiler ise iki manayı da bir arada vermektedirler.

4-Şafiilerle Hanefiler arasında başka önemli bir fark da sahabe kavlidir.  Hanefiler sahabe kavlini, eğer bu söz Hz. Ebu Bekir veya Hz. Ömer’in görüş veya sözü de olsa, delil kabul etmezler. Şafiiler ise sahabe kavlini kıyasa tercih edebilmektedirler. Hanefiler sükuti icmayı[14] kabul ettikleri halde Şafiiler bunu da kabul etmemektedirler.

Hanefiler var sayımlarını Ebu Hanife’nin içtihatlarını doğrulayacak bir şekilde kabul etmişlerdir. Fıkıh kitaplarında bu iki mezhep müntesiplerini hep konuları tartışırken görürüz. Fıkıh bu iki mezhep görüşlerinin sayesinde bugünkü dereceye ulaşmıştır. Bugün bile içtihat yapanlar, birçok zaman bunların mezheplerinde telif yapma ihtiyacını duymaktadırlar.  Burada bu meseleye bir örnek vermek isteriz.

Hanefilere göre âm[15] bir lafız önce gelse, sonra da has[16] bir lafız gelse, sonra gelen bu has kelime, önce gelen âm kelimeyi tahsis eder. Eğer bu âm lafız sonra gelecek olursa has olan lafzı nesheder. Bu duruma örnek olabilecek Kuran’da pek çok nesih bulunmaktadır. Yine eğer sonra gelen sünnet ise mütevatir veya meşhur ise nesih veya tahsis eder. Eğer bu sünnet vahid bir haber ise vahid bir haber ile Kuran nesih edilmeyeceği için bu hadis nazarı itibara alınmaz.

Şafiilere göre âm ile hâs arasındaki ilişki, değiştirme değil, beyan olduğu için âmın veya hâsın önce veya sonra gelmesi veya ayet yerine vahit haber gelmesi bu hükmü değiştirmez; bunlar birlikte söylenmiş gibidirler.

Bugün biz içtihat yaptığımız zaman kaide olarak eğer Hanefilerin usulünü kabul edecek olursak, böylece “sonra gelen delil, önce geleni nesheder” ilkesini kabul etmiş oluruz. Ancak biz buna uyarak, Hanefiler gibi Kuranın vahit bir haberle nesih veya tahsisini kabul etmeyiz. Bu konuda taklid etmeyiz. Ama Kuran bize cümleten bahis olarak ulaştığı için Kuranda nesih yoktur, diyoruz. Onun bütün ayetlerine birden nazil olmuş kabul ederek mana vermekteyiz. Böylece füruda birçok yerde Şafiilerin mezhebi gibi sonuca varmış olmaktayız.

Hanbeli mezhebinin tarihi bir değeri vardır. Günümüz içtihatları açısından bu mezhep bize fazla bir yarar sağlamamaktadır. Çünkü onların kullandıkları bazı veya birçok hadisler uydurma da olsa kendi zamanlarının içtihatları olduğu için, o çağın sorunlarını çözüyordu. Oysa bu gün hayat çok değişmiştir. Böylece o içtihatlardan bugün için yararlanmak pek mümkün değildir, inançındayız. Ancak Maliki mezhebinden icma hususunda yararlanabiliriz. Hanefi mezhebinden kıyas bakımından yararlanırız.  Şafiilerden de usul bakımından faydalanırız. Böylece günümüzde bize en çok yardımcı olan Hanefilerin bildirdikleri Şafii usulüdür.

Bunun manası şudur ki, usul kitabını Şafii telif ettiğinden bundan Malikilerden çok Hanefiler yararlanmıştır. Çünkü Ebu Hanife’nin içtihatlarını Hanefi âlimleri bu sefer usul ilmine göre yeniden ele alıp fıkıhlarını tedvin ettiler. Malikiler ve Hanbelîler ise Şafii usulüne pek önem vermedikleri için gereği gibi faydalanamadıklarını görüyoruz. Şafiiler ise mezheplerini usulden sonra geliştirdikleri için usul, fıkıhlarına etki etti. Oysa Hanefiler fıkıhlarını usulden evvel geliştirdiler. Usullerini fürularına uydurdular. Nasıl önce dil, sonra gramer varsa, Hanefi fıkhı da böyle oldu. Önce fıkıh meydana geldi, sonra usul doğdu. Şafii mezhebinde ise önce usul, sonra fıkıh doğmuştur.

Bu Hanefi ve Şafii mezhepleri arasında usul meselesinde bir hususa daha işaret etmekte yarar vardır. Usul matematiğe benzer. Zamanla gelişir, ama değişmez. Füru ise zamanla değişebilen bir şeydir… Dolayısıyla biz Hanefilerin ve Şafiilerin füruundan çok, usullerinden yararlanıyoruz. Her iki mezhebin âlimleri bin senden fazla bir zamandır bu konuları tartışıyorlar. Onlar bize bu usul ilmini bir armağan gibi bırakıp gitmişlerdir. Bu durumda bize düşen şey, kedimizi Hanefi veya Şafii saymak yerine, bu her iki ekolden de faydalanarak günümüzün problemlerini çözebilecek mezhepleri üretmek için çalışıp gayret sarf etmek olmalıdır.     

 

[1] Tebük seferine katılmamak için gelip izin isteyenlere Hz. Peygamber izin verdi. Bunun acele bir karar olduğunu, mazereti olanları ve mazeret uyduranları tanımadan niçin izin verdin diye soru soran şu ayet geldi: “Allah seni affetsin. Doğru söyleyen kimler, gerçekten yalancılar kimlerdir, bunların iyice belli olmasını beklemeden niçin onlara izin verdin?” Tevbe 9/ 43

[2] Vahiy kelimesi sözlük olarak, işaret etmek, yazı yazmak, yazılmış nâme-mektup ve kitâbe, elçi göndermek, ilham etmek ve gizlice söz söylemek manalarına gelir. Terim olarak ise vahiy, Yüce Allah’ın peygamberine Cebrail yani bir melek aracılığı ile ayetleri indirmesi, dinî bir hükmü bildirmesi ve onun kalbine nakşetmesidir.

[3] Terim olarak rey; ortaya çıkan yeni bir meselenin hükmünün Kuran-ı Kerim ve hadislerde açıkça bulunamaması durumunda umumî prensipler ve İslâm'ın ruhundan hareket edilerek akıl ve kıyasla varılan netice ve çıkarılan hükme denir. Sahabe ve Tabiînin ilk döneminde bu anlamda kullanılan rey, tabiîn devrinin sonlarına doğru kıyası ifade etmek için kullanılmıştır.

[4] İçtihad yapan kimseye müçtehit denir. İctihad ise müctehid bir âlimin âyet ve hadislerden, kural ve kanun çıkarmasına, manaları açıkça anlaşılmayan bu delillerden açıkça bildiren diğer hükümlere kıyas ederek, benzeterek, bunlardan yeni hükümler çıkarmaya uğraşması demektir. Mesela Kuran-ı kerimde mealen, (Ana babaya, öf demeyin) buyruldu. Burada dövmeyin, sövmeyin denilmemiş, bunların en hafifi bildirilmiştir. Müctehidiler, dövmenin, sövmenin ve hakaret etmenin de hayda hayda günah olup haram olacağını ictihad etmişlerdir.

[5]  Ahad hadis, mütevatir hadislerin dışında kalan bütün rivayet çeşitlerine verilen genel bir isimdir. Bu tür rivayetlere haberi vahid de denilir.

     Ahad hadisler de, her tabakada onları rivayet eden ravilerin sayısına göre,   1-Meşhur 2-Aziz ve 3-Garib olmak üzere üç kısma ayrılır.

          Mütevatir hadis ise senedin başından itibaren çok sayıda ravinin (yani yalan üzerinde birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir kalabalığın) birbirlerine naklederek rivayet ettikleri hadise denir.

[6] İcmâ lügatte, toplama, ittifak etme manalarına gelir. Terim anlamı ise; ümmet-i Muhammed'den bir asırda gelen müçtehitlerin dinî bir hüküm üzerinde birleşmeleridir. Görülüyor ki tıpkı sözlük anlamında olduğu gibi icmanın terim anlamında da bir birlik söz konusudur. Yalnız bu ittifaktan maksat müçtehitlerin ittifakıdır. Çünkü bunlar ilim ve irfan noktasında ümmet-i Muhammed'in en büyükleridir. İcmanın şartı da, içtihada ehil olanların ittifakıdır. Artık müçtehitlerin ittifak ettikleri şey şer'i bir hüküm olur.

[7] Aşağıdaki 12 nolu dip nota bak.

[8] Kuran ve Sünnette hükmü açıkça belirtilmeyen bir meselenin hükmünü, aralarında ortak nitelik dolayısıyla, hükmü açıkça bildirilen bir meseleye göre hüküm vermeye kıyas denir.

[9] İcmâ: Sözlük anlamı; ittifak ve görüş birliği demektir. Bir terim olarak; Hz. Peygamber'den sonraki bir çağda İslâm müçtehitlerinin, bir konu üzerinde ittifak edip aynı görüşü paylaşmalarıdır.

[10] Risale, s, 256, no: 1320

[11] Risale’de sadece “...istihsanla hüküm vermekten kaçınmak daha da evladır. İstihsan ancak zevke göre fetva vermektir, keyfiliktir. Haberleri (nass’ları) bilen ve onlara kıyas yapmaya aklı eren kimse istihsana göre fetva vermez, demektedir. 273–274

[12] İstihsan, müçtehidin daha kuvvetli gördüğü bir husustan dolayı, bir meselede benzerlerinin hükmünden başka bir hükmü vermesidir. İstihsan, bir şeyi iyi ve güzel görmek, tercih etmek. Hukukçunun adalet ve insafla hareket ederek, özel bir delile dayanılmak suretiyle genel kuraldan ayrılması anlamında bir fıkıh usulü terimi. Hanefî hukukçularından es-Serahsi (ö. 490/1097), istihsanın; Kıyası terk edip, insanlar için en uygun olanı almaktan, şahıs veya toplum bir meselede sıkıntıya düşünce müsamaha, kolaylık ve ruhsatlarla hareket etmekten ibaret olduğunu belirttikten sonra şöyle der: “Bunlardan çıkan sonuca göre istihsan; kolaylık sağlamak için zorluğu terk etmektir. Bu da dinin aslı se esasıdır. Yüce Allah şöyle buyrulmuştur: “Allah, sizin itin kolaylık diler, zorluk murad etmez” (el-Bakara, 2/185). Hz. Peygamber de bir hadisinde şöyle buyurmuştur:”Dinininiz en iyisi, en kolay olanıdır” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 32). Buna göre, dinde zorluk çıkarılmaması, kolaylık yollarının ortaya konulması asıldır. İstihsanın aslı da bundan ibarettir (es-Serahsi, el-Mebsut, X, 145; M. Ebû Zehra, Usûlü”l-Fıkh, Kahire, t.y., 253, 254). Hz. Peygamber, Ali b. Ebî Tâlib ve Muaz b. Cebel”i Yemen”e gönderirken, kendilerine; “kolaylaştırın, zorlaştırmayın, yaklaştırın, uzaklaştırmayın” buyurarak, toplumla olan ilişkilerinde izleyecekleri metodu belirtmiştir. (es-Serahsi, a.g.e., X, 145). Ebu”l-Hasen el-Kerhi’nin tarifi şöyledir: “İstihsan, müçtehidin daha kuvvetli gördüğü bir husustan dolayı bir meselede benzerlerinin hükmünden başka bir hükme yönelmesidir.” (Şatıbi, el-İ’tisâm, Kahire, t. y., II, 118; Âmidî, el-İhkâm, Mısır 1914, IV, 212).

Şafii’nin istihsan aleyhine yazdığı “ibtal-ül İstihsan” adlı bir kitabı da vardır. (Ebu Zehra, İmam Şafii, (Trcm: Osman Keskioülu) s, 171

[13] İstishâb "varlığı sabit olan bir hüküm ve durumun geçmişte veya hâlihazırda da var sayılması" esasına dayanmaktadır

[14] Herhangi bir asırda, ictihad yetkisi olan fakih belli bir görüşe varır ve bunu ilân ederse ve kendisini tenkit eden çıkmazsa buna "sükuti icma" denir. İmam Şafiî ve birçok bilgin, bu tür icma’nın hüccet (delil) olduğunu kabul etmez. Onlara göre burada susma, rıza anlamına gelmez, sevgi ve saygıdan veya fitne korkusundan susmuş olabilir.

[15] Âm, bir lâfızdır ki, sınırsız sayısız ve belli olmayan isimlerin hepsine birden şamil olur, hepsini birden ihata eder. Binaenaleyh Zeyd, Ali, Veli gibi özel isimler, ebeveyn, imameyn gibi tesniye sığaları, müsemmaları sınırlı, sayılı ve belli ol­duğundan âm değildirler. Âm lafızlar iki çeşittir. Birincisi hem sığası ve hem de anlamı umumi olan sözcülerdir. Bu tür âma «mecmuullâfzı velmânâ» denir. er- ricâlü en-nisaü gibi lam-i tarif ile gelen çoğul kelimeler bu kabil olan âm kelimelerdir. Yine hadislerde geçen «el-eimme» ve  «el-enbiya» lâfızları birer lâfzı âmdır. Çünkü bunların ne kadar recül, nebî olduğu bu sığalara nazaran sınırlı ve sayıları belli değildir.

[16] Has, kendisinde efrat mülâhazası olmaksızın tek bir manaya vazedilmiş olan herhangi bir lâfızdır. Has denilen lâfız, ya bir isimdir: İbrahim, Yusuf, Halide, Atike, gü­neş, ay gibi. Veya bir nevidir: Erkek,, kadın, hurma ağacı, zeytin ağacı gibi. Veya bir cinstir: İnsan, deve, ağaç gibi.

 

*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.