.

            Obama'ya mektup

 
(Bu mektup Amerika Başkonsolosluğu vasıtasıyla Başkan Obama'ya gönderilmiştir.)
 

Çok Değerli Başkan Ekselanslarına,

ABD Baskanı Barack Obama’ya

Her şeyden önce zatı-ı âlilerine selam sevgi ve saygılarımı sunmak isterim.

İkinci olarak da ilk başta bu mektup da nedir mukadder sorusuna hemen cevap vermek isterim ki, bu mektubu zat-ı devletlerine yazma cüretini kendimde bulmamın sebebi de bizzat kendi şahsiyetiniz ve uçağınızın Ankara hava limanına inmesi anından İstanbul’dan havalanıp ayrılmanıza kadar sizi tv. lerden takip etmem neticesi bende bırakmış olduğunuz intiba, imaj, izlenim ve yüksek şahsiyetiniz, çapınız, muhakemeniz, sorulan sorulara cevap verirken belki soruyu soranın amacından kendi tarafınıza çekerek, cevabı kolaylaştıracak bir şekilde kendi pencerenizden kolayca cevap vererek, sunum ve hitaplarınızda tüm dengeleri koruyarak ve aynı zamanda siyasi bir lider sorumluluğu duyguları içersinde hitabet yeteneğinizden de yararlanıp en zor cevap ve konuşmaları son derece kolay kılıp faydalı hale getirmenizdir.

Sayın Başkan,

 İşin gerçeğini söylemek gerekirse zat-ı devletlerinin karşısında Hillary Rodham Clinton‘ın kaybetmesinden son derece üzülmüştüm. Ama bekliyordum, benim için bilinmeyen ve tanınmayan zat-ı âlinizi tanımak için bekleme sürecine girdim. Başkan olduktan sonra yaptığınız ilk konuşmayı dosyalayıp “ekonomimiz zayıflamış durumda”, kaderimizi tayin etme günü gelmiştir”, en zengin ve güçlü ülke olmaya devam ediyoruz”, her gördüğümüz köşede yapılacak işler var”, kriz bize ders verdi”, dünyaya liderlik etme kararlılığıyla görevi üstleniyoruz”, müslüman dünyasına sesleniyorum”, “karşımıza yeni zorluklar çıkacak” 60 yıl önce restoranlara giremiyorduk”, gibi başlıklar altındaki bu anlamlı metni okuduğum zaman nötr haline gelmiştim. Fakat ne zaman ki, ülkemizi teşrif ettiniz, tüm Türk halkının belki Amerikanın ve belki de tüm dünyanın gözleri, sizin üzerinizde idi. Ama neticede şu oldu: İfade tarzınız, son derece mütevazı olmanız, ikna edici ve inandırıcı olmanız ve hepsinden öte güven vermeniz gibi, üstün meziyetleriniz sebebiyle sadece benim değil, Türk halkının büyük bir çoğunluğunun da böylece sevgi-gül demetlerini toplamaya hak ettiniz. Artık böylece bende nötrlük bitmiş, Amerika için bir şans olan, sadece Amerika için değil, ülkemiz için de hatta belki tüm dünya için bile yeni bir şans olan ve belki de yepyeni bir miladın başlangıcı olmasına sebep olacak olan, büyük bir şahsiyeti karşımızda bulunca, sizi barış dolu, sevgi dolu sözlerinizi işitince ve o güler yüzünüzü görünce elektriklendim ve hatta fakülteye gitmeyerek, evimde odamda sizi dinlerken yapayalnız alkışladım ve işte bu, işte bu bizim gibi bir insan, bu zat bizden biri diyerek dünyanın beklediği kişi diye kendime seslendim. Artık şimdi ben, size en yakın biri olmuştum veya sizin bize yani insana yani tüm dünya insanlarına en yakın ve en etkin bir şahsiyet olduğunuzu hissettim.

Sayın Başkan,

Eğer izin verirseniz bazı düşüncelerimi sizinle paylaşmak istiyorum.  Sokrat’ın felsefeyi gökten yeri indirip insana çevirdiği ve dıştan çekip alıp içe yönelttiği malumlarıdır. İşte aynen öyle de artık göklere yarış ve gökler için araştırmalardan ziyade insana bakış ve insanı yeniden tanıma, bu sebeple de birey, toplum ve toplumlar topluluklarının, fert devlet ve devletler birliklerinin doğru ve yanlışlıklarını ayıklama zamanının çoktan geldiğini ve hatta geçmekte olduğunun farkına varmalıyız. Artık Amerikan Uzay Araştırma Merkezi (NASA) nın yanı başında bir de insan araştırma veya toplum araştırma merkezinin kurulmasına ihtiyaç hâsıl olmuştur.  Zira günümüz insanı mutlu değildir. Mesela refah seviyesi en yüksek olan sizin ülkenizdeki insanlara teker, teker mutlu musunuz diye sorsak, acaba kaç kişi veya yüzde kaç oranında insan buna olumlu cevap verir. Oysa bugün bilim ve teknoloji insanı, öncekilere göre daha mutlu olmalı değil mi? Teknoloji, uzağı yakın, zoru kolay, ulaşılmazı yanımızda, erişilmezi elimizde ve de azı çok yapmadı mı? Yoku var etmedi mi? Buna rağmen tarım toplumları mı, yoksa bilim toplumları mı daha mutluydu diye bir soru anketinde acaba hangisi daha çok oy alır dersiniz. Siz de konuşmalarınızda değişimden bahsediyorsunuz. Değişen ve değişmeyen nedir, nereden nereye ve nasıl değişeceğiz? Onun için biz, değişim ama nasıl diyoruz?

Birey ile toplum, fert ile devlet arasında denge kurulmadan mutluluk olur mu? Zira Fikir, His, İrade ve Ünsiyet melekeleri ile donatılan birey insan, toplumda bunların kurumlaşmış şekilleri olan İlim, Din, Ekonomi ve Siyaset kurumları ile birlikte yaşar. Bu meleke ve kurumlar arasında denge bulunmazsa ve daha da kötüsü, bu alanlar arasında ayrıcalık yaparak birsine diğerinden daha fazla önem verilir, birisini var sayarken diğerini yok sayan bir ortamda huzur ve mutluluk olur mu? Hayat bir dengeler dünyası değil midir? Nasıl vücudumuzdaki solunum, sindirim, dolaşım ve boşaltım sistemleri hem ayrı ve hem de beraber çalışıyorsa, eğer biri olmaz veya yarı ya da çeyrek kapasite ile çalışıyorsa neticede üretimin de duracağı veya aksayacağı bir gerçek değil midir? Her ne kadar Batı dünyasında “içtimai mukavele” teorileri şöhret bulmuşsa da biz toplumun da vücut gibi bir yapıya sahip olduğuna ve toplumun bir uzviyet olduğuna inanıyoruz.  Onun için toplumdaki bu dört kurum arasında da bir çelişki ve terslik, birisine veya diğerine itibarlılık veya itibarsızlık olmamalıdır. Din bilime ters düşmez veya düşmemeli. Bilim de dine ters düşmez veya düşmemeli. Çünkü dini de bilimi de koyan Allah’tır. İnsanı, aile ve toplum olarak, fert ve devlet olarak yaratan da Allah’tır. Onun için toplum alanında birlikte çalışan ekonomi ve siyaset kurumlarında da kendi aralarında bir çelişki ve karşıtlık olamaz. Çünkü Allah, varlık âleminde canlı ve cansızları yaratmış nizam ve düzeni kurup koymuştur. O, âlemi çift, çift yaratmış; kâinat ile insanı var etmiştir. Kâinatta canlı ve cansızları; insanda ruh ve bedeni; cansızlarda varlık ve tesiri; canlılarda gaye ve iradeyi; ruhta doğruluk ve iyiliği; bedende ise fayda ve ünsiyeti yaratmıştır. İşte bu sebeple hamd sadece Allah’a aittir.
          Allah, mekânda zamanı var etmiş; maddede enerjiyi tesirli kılmış; nebatta hayatı gaye yapmış; toplulukta şuura irade vermiştir. Allah, ilimde dil ile doğrunun ifadesini; dinde sanat ile iyi ve güzelin yayılmasını; iktisatta teknik ile faydalının yapılmasını ve iradede hukuk ile ünsiyetin tesisini gerçekleştirmiştir.

Genellikle insanların ömrü 100 sene, medeniyetlerin ömrü ise bin sene olarak kabul edilir. Bir insan gitmeden başkası gelir, bir medeniyet gitmeden de başkası gelmeye başlar. İslam medeniyeti gitti. Batı medeniyeti geldi. Medeniyet demek, insan ve toplumların düşünce, eşyaya bakış ve hareket ve davranış biçimleri demektir. Tek cümlede ifade etmek itersek, insan, hayvan, bitki ve cansız maddeler arasındaki ilişkilerin, insan için ve insan açısından olan ilişkiler olduğunu söyleyebiliriz.

İslam medeniyeti ömrünü tamamladıktan sonra batı medeniyeti başlamıştır. Avrupa’da 1300 senelerinde başlayan bu medeniyet, daha çok maddeyi, tabiatı araştırmaya yönelik olarak başlamış ve yeni bir düşünce, yeni bir bakış ve yeni bir anlayış getirmiştir. Bilhassa Batı dünyasında medeniyetin şekillenmesinde rol oynayan şu üç hareket olmuştur. Rönesans, Reform ve Aydınlanma hareketleri, batı dünyasında insan ve toplumu, fert ile devleti temelden sarsmıştır. Böylece ortaya apayrı bir dünya çıkmıştır diyebiliriz. Onun için bizim bu üç hareketi algılama ve yorumlama açımıza göre Rönesans’a yeniden bir uyanma ve yeni bir bakış olduğu için, yüzde yüz evet deyip katılıyoruz. Reform ise dini, bulunduğu yerden biraz kaydırıp kendi gittiği yoldan biraz saptırıp çığırından çıkardığı için, din, o esrarını kaybettiği ettiği için, biz reform hareketlerine fifti fifti deyip yüzde elli evet derken, yüzde elli de hayır diyoruz. Katolik dünyası Hz. Peygamber’in toplumda yaptığı yenilenmeye bakarak değişip yeniden yapılanacağı yerde hiçbir ayarlama yapmadığı için etki gücünü kaybetmekle Protestanların doğmasına sebep olmuş ve onların hücumuna uğramıştır. Zira Hz. Muhammed’in gelmesiyle “dogma” devri sona ermiş ve din adamlarına tabi olma, onlara uyma ve ancak onların dediklerini yapma ve toplumların din adamlarıyla veya onların talebeleri ve havarileriyle yönetilme devrine ve işine son verilmiştir. Artık bundan böyle toplumlar, bir dinin toplumları olmaktan çıkıp birçok dinin bir arada birlikte yaşadığı bir dönem başlamıştır. Biz bunu Amerikalı bir prof olan Dr. Michael H. Hart’ın “The 100; A Ranking of the Most Influential Persons in History” adlı eserinde Hz. Muhammed’i birinci sıraya koymasıyla ve onun “…ancak Hz. Muhammed tarihte, hem dini hem de sekuler düzeyde üstün başarılı olan tek insandı” şeklindeki cümlesinden çıkarıyoruz. Onun için Hz. Muhammed’in devleti, tüm vatandaşların ortak noktalarının bileşkesi haline getirmiş olduğunu veya başka bir ifade ile O’nun kurduğu Medine toplumunda Yahudi, Hıristiyan, Müslüman ve ateist vatandaşların vatandaşlık nimetini birlikte paylaştıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Onun için biz, insanın din ile bilimin kesiştiği noktadan geçen bir düzlemde yaşayan bir varlık olduğunu söylerken devletin tüm vatandaşların ortak noktalarının bir bileşkesi olduğuna inanıyoruz.  

Aydınlanmaya gelince, bu hususta bir genelleme yapacak olursak, bu ekole mensup filozofların gördüğüm var, görmediğim ise yoktur, elle tuttuğum var, tutamadığım ise yoktur, der gibi bir tutum içine girmeleriyle yani fizik var, fakat metafizik yok görüşünde oldukları imajını vermeleriyle biz, Rönesansı %100 kabul ederken aydınlanmayı ise maalesef %100 olarak reddetmek zorunda kalıyoruz.

Bugün insanlık, gerçekten birçok sorunlarla karşı karşıyadır. Biz, bu sorunların hepsinin, eşyaya yanlış bakıştan, objeleri yerli yerine koyamamaktan, bazen süjelerle objelerin yer değiştirmesinden ve birçok birey ve toplumların ve hatta devletlerin bile bir obje haline sokulmasından, bazen de iş bölümlerinin eksik ve aksaklığından kaynaklandığı, tek kelime ile söyleyecek olursak, problemin kültürel ve yapısal olduğu görüşündeyiz. Yaşamakta olduğumuz bu yapının ise yaşlanmaya doğru gitmekte olduğundan, her alanda meydana gelecek verim düşüklükleri çekilmez bir hal alıp bir taraftan bu zaman ve bu mekânın bu yükü taşıyamaz hale gelmiş olduğunu görürken ve gelecekte daha kötü bir ortamın meydana geleceğini kesin bir şekilde hissederken diğer taraftan da büyük devletlerin ve Birleşmiş Milletlerin acilen önlem almalarını arzu ediyoruz.    

Eskilerin anasır-ı erbaa dedikleri ateş, hava, su ve toprağın yani bir bakıma katı sıvı ve gaz maddelerin hep kendilerine mahsus kural ve kanunları vardır. Katıyı sıvı gibi, sıvıyı da gaz gibi düşünebilir ve hepsini aynı kanunlara tabi tutabilir misiniz? Peki, birbirinden tamamen farklı olan mal, para ve emeği neden aynı kurallara tabi tutarak, mal ile emeği arz-talep kanunlarına, mal ile parayı da yine aynı şekilde kiraya vererek neden aynı işlevleri, fonksiyonları yaptırmaya çalışıyoruz.  Mal depo edilebilir, emek ise depo edilemez; insandan ayrılan emek, emek olmaktan çıkar. Mal bizzat üretkendir, onun için ihtiyacı tatmin eder; fakat para öyle değildir. Parayı yiyemeyiz, giyemeyiz ve içemeyiz. Onun için bunlardan her birinin farklı şeyler olduğunu kabul edersek, onların değişik fonksiyonlar icra ettiklerini de kabul etmek mecburiyetinde kalırız.  Öyleyse bu mal, para ve emeği aynı değil ayrı, ayrı düşünmeli ve ayrı kanun ve kurallara tabi tutmalıyız. İşte ekonomideki bu yapısal yanlışlar düzeltilmedikçe ekonomileri krizlerden kurtarmamızın mümkün olmadığına inanıyoruz.  

  Hem sermaye ile emek üretimde aynı derecede bir fonksiyona sahip iken bölüşümde sermayeye çok, emeğe ise neden az verilmektedir. 1X9= 9 olur. 0X9=0 olur. Öyleyse çarpılanların her iki tarafından birisi, yok olduğu zaman netice yani mamul madde de meydana gelemez. Öyleyse kapitalistlerin artı değer, komünistlerin de artık değer dikleri fazlalık, sermaye ile emek arasında eşit olarak paylaşılmalı değil midir. Mesela (Sermaye X Emek = Mamul Mal) diyelim ve bunu rakamlarla şöyle düşünelim (5X5= 15) burada iki tane 5 birleşti ve böylece bu birleşmeden bir tane fazla olarak bir 5 yani artı değer meydana geldi. İşte bu 5 te emek kadar sermayenin ve sermaye kadar da emeğin fonksiyonu, dolayısıyla hakkı vardır. Öyleyse sermaye ile emek bunu kendi aralarında yarı yarıya paylaşacaklardır. İşte bugün böyle yapılmadığı için haksızlıklar yapılmakta ve dolayısıyla işçilerin gözü sermaye sahiplerinin paralarına dikilmektedir.  

Vücut bir uzviyet olduğu gibi, toplum da bir uzviyettir ve organiktir.  Hücreler dokuları, dokular organları ve organlar da organizmayı meydana getirdikleri ve de birlikte ürettikleri maddeyi (kanı) adil bir şekilde paylaştıkları gibi, toplumda mal, sermaye ve emek birleşimi ile hatta buna devletin de bir şekilde katılmasıyla birlikte meydana getirilmiş olan üretim, yine birlikte paylaşılmalıdır. Böylece devlet üretime yaptığı katkı karşılığı olarak vergisini alırken, diğerleri de ücret, kira ve karlarını alacaklardır. Yani bize göre devlet vergiyi vatandaşlara hizmet götürdüğü için değil, üretime yaptığı katkı payının karşılığı olarak almaktadır. Devlet, bir veli olup ailenin büyütülmüş bir şekli olduğundan o, vatandaşlara, aynı ailenin bireylerine yaptığı gibi, hizmeti karşılıksız götürür, yani devlet vatandaşlarına karşılık almadan hizmet eder. 

Bunları açıklamaktan maksadım, yaşamamız gereken dünyanın ekonomi, siyaset, dini hayat ve bilim dünyasının hep dengelerden ibaret olduğunu dile getirmektir. Artık bugün din-bilim, birey-toplum, ferd-devlet, yöresel ve küresel olmak, canlılar-cansızlar, hayvanlar-bitkiler… insan ve ötekiler gibi dengelerini yeniden kurmamız gerekir. Ve bunu yaparken matematiği de bütün alanlarda uygulamalıyız. Burada birey ile topluma bir örnek vermek gerekirse, mesela birey bireydir, aile toplum, aile birey, mahalle toplum, mahalle birey, köy toplum, köy birey, bucak toplum, bucak birey kaza toplum, kaza birey il toplum, il birey bölge toplum, bölge birey devlet toplum devlet birey inanlık toplumdur, demek istiyoruz. Onun için bir kimse artık bugün hem kendi ülkesinin ve hem de tüm dünyanın bir vatandaşıdır. İşte bu zinciri ve dengeleri mutlaka kurmalıyız diye düşünüyorum. Diğer taraftan da vergiyi sadece zengin vatandaşlar verir, fakat fakir vatandaşlar vermediği, aksine onlara daha bütçeden yardım yapıldığı gibi, zengin ülkeler de fakir ülkelere böyle bir vergi verir gibi, her sene periyodik yardımda bulunmalıdırlar, diyoruz. Dünya gelir ortalamasının üstünde olan ülkeler zengin, altında olanlar ise fakir kabul edilebilir.

İnsanlık âlemi tarihte birisi doğudan, diğeri de batıdan olmak üzere ilimde en yüksek seviyeye ulaşmış büyük iki şahsiyet yetiştirmiş ve asırlar boyu bunların bulduğu kurallarla hayatlarına ışık tutmuşlardır. Bunlardan birisi Sokrat, diğeri ise Ebu Hanife’dir. Sokrat tümdengelim (dedüksiyon) metodunu bularak uzun zaman insanlara eşya hakkında düşünmeyi öğretmiştir. Ebu Hanife de tümevarım (endüksiyon) metodunu bularak birçok meseleyi çözüme kavuşturmuştur. Ebu Hanife’nin bulup hukuk kurallarını çıkarırken Kuranda uyguladığı bu metodu, Batı âlemi alıp tabii ilimlerde ve tabiatta uygulamış ve bugünkü seviyeye ulaşmıştır. Yani batı dünyası Ebu Hanife’nin bu metodu ile bugünkü bulunduğu noktaya gelmiş ve Batı olmuştur. Onun için Hilmi Ziya Ülken Müslüman Doğunun Batıya hediye ettiği en büyük nimet, bilimsel ya da tümevarımcı araştırma metodudur, diyor. Ben de burada bir latife yapmak istiyorum. Avrupalılar icad edilen bir şeye genellikle mucidin adını veriyorlar. Ebu Hanife’nin bu metodu ile adeta yeniden oraya çıkan bu Batı dünyası, bir gün Batıya giriş portelinin üzerine “welcom to Ebu Hanife” levhasını asarlar mı acaba? 

Bundan sonra da ilimde bize daha çok ışık tutacak olan metot, anoloji (benzetim tekniği) olabilir. Artık böylece biz insanla ağacı, insanla kuşu ve insanla diğer varlıkları birbirine benzeterek bilinmeyenleri bilinenlere benzeterek, bilinir hale getirebiliriz. Mesela insanlarda aile hayatı vardır. Üreme zamanında ev yapan, yuva yapan hayvanlarda-kuşlarda da aile hayatı vardır, gibi.

Sayın başkan inşallah başınızı ağrıtmadım. Hâlbuki ben siyaset ve ilimdeki düşüncelerimi de anlatmak isterdim. Hele bugün insanlık aynı zamanda sosyal hayatta bir sosyalizasyon problemi ile de karşı karşıyadır. Sizin değişim demeniz ve samimiyetiniz, içtenliğiniz ve de güler yüzünüz bana cesaret verdi; böylece zatı-devletlerine bunları yazmış bulunuyorum. Zira ilimsiz değişim olmaz ve olamaz. Bilgi kaynağımız, birisi ilim ise diğeri dindir, birisi dışımız ve duyu organlarımız ise, diğeri de içimiz, sezgilerimiz, inandıklarımız ve değer hükümlerimizdir.

Sözlerime son verirken ülkenizde ve tüm dünyada çağımızda eskimiş ve yıpranmış sosyal bilimlerim terim tarif ve tasniflerinin yenilenmesi, kâinat kitabının yeniden okunarak yeniden alfabesinin yazılması, bilim ve teknoloji birliğine eren bir dünyada, yapabildiğimiz kadar, kültür ve düşünce birliğine de varılması ve böylece tüm insanlığın mutluluk yolunu tutup yavaş, yavaş ilerlemesi hususunda desteklerinizi arz ederken, Koruyan Allah’ın sizi korumasını ve iki dönem başkanlık yapmaya nasip etmesini diler tekrar selam sevgi ve saygılarımı sunarım. Allah’a emanet olunuz.

 

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu

 D.E.Ü. İlahiyat Fakültesi

İslam Hukuku Ana Bilim Dalı Bşk.

   

 


*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.