.


Akıl Ürünü Bilimsel Bir USUL Denemesi


Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*


Kuran-ı Kerim Mekke'de yazılmaya başlandı ve onun ilk uygulaması da Medine'de yapıldı. Kur'an, Medine'de vahyin ışığında yorumlanmak suretiyle Hz. Peygamber tarafından   uygulamaya konuldu. Dört halife devrinde ise vahyin yerini istişare usulü alarak yorumlama işi dinden-vahiyden ayrılıp akla ve karşılıklı tartışmaya dayanarak bilimsel bir hale getirildi ve böylece yorum işi dinden-vahiden  ayrılmış oldu. Daha sonra ortaya çıkan toplum baskıları ve idarecilerin yanlış uygulamaları ve saltanat kavgaları yüzünden bıkıp kaçan müminler kendilerine bir sığınak, onlara yol gösterecek güvenilir âlimleri aramaya koyuldular. İşte böylece fıkhın veya hukukun bilimselleşmesi dönemi diyebileceğimiz bir dönem, müçtehitler devri başlamış oldu. Bu içtihatlar veya müçtehitler döneminin de kendine göre bir takım evreleri vardır.   

Başlangıçta Kuran'ın talimi ve kıraatin talimi ile tedrisat, eğitim ve öğretim başlamış oldu. Bunun arkasından hadislerin tedrisi söz konusu oldu. Üçüncü dönemde ise içtihatlar tedris edilmeye başlandı. Bundan sonra da içtihadın yapılma şekliyle ilgili olan ilim ortaya çıkmış oldu. İşte bu içtihat şeklini ve onun nasıl yapılacağını anlatan ilme usul-ü fıkıh adı verildi. Buraya kadar bu ilim ve derslerin konusu din olmakla beraber yani Kuran, sünnet ve fıkıh talim edilmekle beraber eğitim öğretim şekli, bilimsel ve akla dayalı idi. Çünkü bunlar keramet ve mucizelere dayanılarak tedris edilmiyordu, tam tersine akla ve mantığa, mübahase ve münakaşaya dayanılarak tedris ediliyor ve eğitim-öğretim böyle yapılıyordu.

Bundan sonra dil âlimleri ortaya çıktı ki, onlar dil ile ilgili olan akli ilimleri geliştirdiler. Onlar bunu Kuranın anlaşılması için koyup geliştirdiler ama kullandıkları usul vahye değil, tamamen akla dayandığı için bu ilimler dini değil, bilimseldi. Burada bir örnek vermek gerekirse onlar lügat ve gramer ilimlerini oluşturulurken Hz. Peygamberin sözlerinden daha ziyade Kurana ve cahiliye şiirlerine dayandılar. Hatta İslam şairleri bile onlar için bir dayanak teşkil etmedi, diyebiliriz. Zaten Kuranın dili de cahiliye dili idi. İşte bu çalışmalar dini değil, tamamen akla ve mantığa dayanan bilimsel bir düşüncenin ürünüdür, diyebiliriz. Hâlbuki eğer bunlar bir mistik düşünce ile ele alınmış olsaydı, cahiliye dönemi şairlerinin şiirlerini hiçe sayarak onların yerine İslam şairlerinin şiirlerini esas alırlardı. Oysa onlar böyle yapmadılar.

Böylece fıkıh usulü yavaş yavaş oluşturulduktan sonra ilimde kıyas ve tüme varım sistemleri meydana getirilmiştir. Artık bu suretle yeni yeni ilimler tedvin edilir hale geldi. Bu defa da bilimsel dil âlimleri ve gramercileri yetişmeye başladı. Böylece dil hakkında tamamen deneye ve tecrübeye dayalı, inanç ve dine dayanmayan ilimler geliştirildi. Bunlar arasında en önemlileri dil bilimleridir. Bu konuda ulum-u semaniye adı verilen sekiz çeşit ilim dalı meydana getirilmiştir.  

Tecvit ilmi bir ses ilmi olup bu sayede seslerin mahreçleri tespit edildi. Boğazdan, yutaktan, damaktan, dişlerden ve dudaktan çıkan harfler belirlendi. Bunların çıkış biçimleri tespit edildi. Meçhure veya mehmuse ve şedide, rahviyye veya beyniyye ile huruf-u med olmak üzere gruplandı. İnce harfler ve kalın harfler birbirinden ayrıldı. Ayrıca harflerin çıkışları meftuh, meksur, mazmum, sakin ve müşeddede halleri ele alındı. Bunlar bizim Türkçedeki sesli harflere tekabül eder. Bundan başka İdğam, iklab, ihfa, izhar, hazif,  zikir ve ilal gibi işlemler ele alındı. Böylece yepyeni bir fonetik ilmi doğmuş oldu.              

Lügat ilmi geliştirildi. Arapların kullandıkları cümleler kelime kelime ele alındı ve ciltler dolusu kitaplar yazıldı. Kelimeler isim, fiil ve harf kısımlarına ayrıldı. Harflerin mebani ve maani kısımları bulunduğu gibi, kelimeler önce mebni ve müştak olmak üzere ikiye ayrıldı. Mebani kelimeler, bunlar harf ve zamirler gibi kökten türemeyen kelimelerdir. Müştak kelimeler ise üç harfli kökten, değişik bir söyleyişle çıkan kelimelerdir. Lügatler işte bu köklere göre tasnif edildi. Bugün dünyada Arapçadan başka herhangi bir dilde böyle köklere dayalı bir lügat kitabı yoktur.    

Bundan sonra sarf ilmi geliştirildi. Bu, kelimelerin iştikakları üzerinde duran bir ilim dalıdır. Bu ilim sayesinde kök kelimeden değişik baplara göre yeni yeni kelimler üretilir. Sonra bu kelimelerin çekimleri yapılır. Bunların tekil, ikil ve çoğulları, erkek ve dişi olanları, fillerde ise mazi, muzari ve emir olanları incelendi. Bunların vav, ya ve elif harflerini içeren mudaafları incelenerek ele alındı.    

Bundan sonra cümlenin yapısına geçilerek sarf ilminden sonra nahiv ilmi doğdu. Cümlede isnat, izafet ve tavsifatlık işlemleri ile bunların öğeleri, şart, sual ve sıla cümleleri. İrap yani kelimelerin görevlerini gösteren son harf veya harekeleri ele alındı. Cümlede kelime yerine geçen cümleler incelendi ve böylece yeni yeni kurallar ortaya çıktı.  

Bundan sonra maani ilmine geçildi. Takdim, tehir, tekit, zikr, hazf, vasl ve fasl ile tahsis ve tamim gibi çeşitli konular üzerinde duruldu. Daha henüz batı dillerinde bunlar tasnif edilip kısımlara ayrılarak Arapçada olduğu gibi bir ilim haline getirilememiştir. Mesela "dün ben geldim" cümlesi ile "ben dün geldim" cümlesi arasında ne fark vardır? "Onu bana ver" ile "kitabı bana ver" arasında ne fark vardır? "Yarın gelir misin" ile "yarın gel" arsında ne fark vardır? Bütün bunları inceleyen ilme "maani" adı verildi.

Cümleler kurulurken kelimeler hakiki manada kullanıldığı gibi mecazi manada da kullanılabilir. Bu yol karşılığı ve kalıbı olmayan kavramları da anlatmamıza yarar sağlar. Bu konuda iki şey arasındaki benzerliklerden de faydalanabiliriz. Sarih söyleriz, kinayeli söyleriz. Hâsılı bu sayede biz dilimizde ihtiyaç duyulan evrimi sağlamış oluruz. Artık böylece yeni yeni kavramların karşılığı olan kelimeleri de kolayca bulabiliriz.

Dil yalnız fikirleri ifade etmez; onun dinleyiciler tarafından istek ve arzu ile kabul edilebilmesi için iyi bir ambalaja konulması gerekir. Nasıl pazardaki arz edilen malları ambalajlayıp paketliyorsak aynı şekilde cümleleri de paketleyip ambalajlamamız gerekir. İşte Müslümanlar bunu yapan bir ilmi de geliştirdiler ve ona bedi ilmi veya bediiyat adını verdiler ki, bugün buna estetik denilmektedir. Mesela bir şair şiirinde "geceyi benimle geçirecek bir güneş istiyorum" dediği zaman bu cümlenin fizik veya astronomi açısından bir anlamı olmayabilir, ama şair burada bir duyguyu dile getirmek suretiyle bir sanat yapmak istemiştir, diyebiliriz.

Mantık. Bu ilmi müslümanlar geliştirmediler. Ancak müslümanlar bunu yunanlılardan aldılar ve öylece aldıkları gibi kullandılar. Onlar bunu tasnif ettiler, tedris ettiler ve diğer ilimlerin arasına yerleştirdiler. Diğer yedi ilmin kâşifleri Müslümanlardı. Ama sekizinci ilmin kâşifleri değil, sadece onun alıcısı oldular. Onlar bu yedi ilmi de hep akıl ve mantıkla geliştirdiler. Buna bir de matematik ilimlerini de ilave ettiler.

İslam âlimleri bu sefer döndüler fıkıh usulünü bu ilimlere dayanarak yeniden tedvin ettiler. Tamamen akıl ve mantığa dayalı olarak tedvin ettiler. Kuranı değil, bütün metinlerin yorumunu eleştiriye tabi tuttular. Şeriatın yani hukukun oluş şeklini dini duyguya ve iç dünyaya dayandırmadan tamamen dış görünüşe bağlı olarak zahir bir şekilde ele aldılar. Böylece onlar bütün dünyayı bugünkü uygarlığa götürecek olan yolun kapılarını aralayıp adımlarını atmış oldular.

Batılılar da az önce saydığımız bu akıl ürünü alet ilimlerinden yani dini olmayan bu ilimlerden yararlandılar ve böylece kendi gramer kitaplarını yazdılar. Hala daha bu konuda gelişmeler kat ederek yazmaya devam ediyorlar. Fakat onlar bizim usul ilmini dini bir ilim sanıp belki fıkıh kelimesine ekli olarak usul-ü fıkıh ya da fıkıh usulü denildiği için veya başka bir sebeple ondan yararlanmak istemiyorlar. Ancak onlar böyle davranmakla ve bu usulden uzak kalmakla kendi hukuk sistemlerinde ve yönetim biçimlerinde sebep sonuç bağıntısını kuramadılar ve böylece hukuk ve yönetimde bilimsel olamadılar ve böylece bunlarda geri kaldılar. Evet, onlar fen bilimlerinde Müslümanlardan aldıkları usulü uyguladılar ve ilerlediler, fakat hukuktaki metodu kendilerine aktaramadıkları için bu konularda çok çok geri kaldılar. Onun için usulün başlıklarını dini değil, akıl ve mantık işi olarak ele alıp koymakta fayda vardır. Hatta bu sayede batılılar bile bunu öğrenip uygulamaya koyabilirlerse hukuk ve yönetimde ilerleme adına bir başlangıç yapmış olabilirler.   

Usul Dört Bölüm Halinde Ele Alınıp İncelenebilir:

1- İlk girişte usul tarif edilerek onun bir kişinin topluluk içinde hak ve yükümlülüklerini öğreten bir ilim dalı olduğu belirtilir. Eğer ben bir topluluk içinde yaşıyorsam benim o topluma karşı görevlerim var demektir. Aynı şekilde bu toplumun da bana karşı görevleri vardır. Zaten birey ile toplum birbirine hak ve vazife, alacak ve borç bağları ile bağlıdırlar. İşte usul bize bunları anlatıp öğreten bir ilim dalıdır. Görülüyor ki, bunun mistisizm ve dini bir düşünce ile alakası yoktur. Ancak Kuran-ı Kerim toplumu Allah'ın halifesi olarak dile getirdiği için bunlar Allah'a karşı olan hak ve vecibeler şeklinde ifade edilmiştir. Hatta bu konuda İslam hukukçularının kamu ile ilgili olan haklara "hukukullah" dedikleri bilinmektedir. Onun için Allah'a izafe edilen şeyleri topluma izafe edersek mesele açıklık kazanmış olur ve böylece akli, kazai ve ilmi bir fıkıh yani hukuk ortaya çıkmış olur. Öyleyse işte tam burada usul-ü fıkhın tarifini yeniden vermenin zamanı gelmiş demektir. Fıkıh usulü, delillerden hüküm çıkarma kurallarını anlatan bir ilim dalıdır. Fıkıh ise bu delillerden çıkarılmış olan hükümlerdir.             

Hüküm çıkarma kurallarını öğreten usul-ü fıkhın dayandığı deliller dört tanedir:  

a) Yazılı sözleşmeler, 

b) Örnek uygulamalar,

c) yorumcuların ittifakları,   (ittifak meydana geldikten sonra farklı bir yorum getirmek geçersiz olur.)

d) Metinlerde bulunmayan hükümlerin, bulunan hükümlere göre akılla kıyas yapılarak uygulamaya konulmasıdır.

 Saymış olduğumuz bu dört asli delile yine dört tali delil daha ilave edilebilir.

a)Aklın bir şeyi delilsiz olsa da doğru sayması (istihsan)

b) Eskiden beri gelen uygulamalar (istishab)

c) Geleneksel uygulamalar (örf)

d) Yararlılık İlkesi (mesalih)

Bu dört tali delil üzerinde tartışma vardır.

2-       İkinci bölüm yazılı metinlerin tahlilleridir. Dilin konulması, dilin kullanılması, dilin ifadesi ve dilin anlaşılması olarak incelenir. Bunlar tamamen dil bilgisine dayanır ama mantıksal açıklamaları içerir. Bir ifadenin başka bir ifade ile açıklanmasının hükümlerini ele alır. Nesih konusu incelenir. Burada dini hiçbir husus ele alınmaz. Sadece örnek açıklamalar Kuran üzerinden yapılır. Batı dünyası bunları kendi dilleri üzerinde yapabilirler. Her dilin grameri ayrı olabilir. Fakat gramer bir ise usul de öyle olmalıdır.

3-   Bundan sonra üçüncü bölüm gelir ve burada hükümler ele alınır. Yasama yani şeriatın-hukukun oluşması, hükümler, yükümlülükler ve yükümlü olanların özellikleri incelenir. Görev verenler, görevliler, görevlilerin fiilleri ve sonuçları incelenmiş olur. Bütün hukuklarda olduğu gibi bunlar ilmi bir disiplin içinde ele alınır.

4-   Son olarak da içtihat ve müçtehit konuları yani yorumlama ve yorum yapan kimselerin şart ve sıfatları ele alınır. 

Görülüyor ki, usul-ü fıkhın hiçbir konusu dini var sayımlara ve inançlara dayanmamaktadır. Böylece fıkıh usulü demek tamamen bilimsel metotlarla hukukun oluşturulmasını sağlayan bir ilim dalı demektir. İslam kültüründe icma kurumu vardır. Buna karşılık batıda da kararlarda ekseriyet usulü vardır. Tabi bunların metotla ilgili bir şey olmadığını, ancak var sayımlarla  ilgili olduğunu söyleyebiliriz.  

 Batı dünyasında bu ilmin oluşmamasının sebebi, üzerinde ittifak edilmiş olan bir metnin bulunmayışıdır. Ancak batılılar isterlerse bu ilmi iyice öğrendikten sonra bir dili kendileri için uygarlık dili olarak ele alır ve üzerinde çalışma yapabilirler. Mesela Latinceyi ele alır ona göre bir uygarlık anayasasını oluşturabilirler ve anayasaya kendi hukuklarını oturtabilirler. Bu anayasada yazılan hükümler ittifakla sabit olan hususlar olduğu gibi “veya” bağlaçlarıyla dile getirilen tercihli çeşitli şıklar da olabilir. 

Batının bu ilimden yararlanabilmesi için düşüncesinde bazı değişiklikler yapması gerekir. Mesela batı dünyasının bazı var sayımları vardır ki, bunlar batıyı büyük felaketlere doğru sürüklemektedir. Bu sebeple onların, vakit geçirmeden usul ve metotlarında bazı değişikliklere gitmeleri kendi yararlarına olur.  

Bir şey ilmen sabit olmamışsa o reddedilir. Bu batının bir varsayımıdır.  

       Bir şeyin yanlışlığı ispatlanmış olsa bile o kabul edilir. Bu da fanatiklerin bir varsayımıdır.

       Oysa usulcülerin var sayımı ise bir şey ispatlanmışsa o kabul edilir. Yanlışlığı ispatlanan şey de reddedilir. Eğer bir şeyin doğru veya yanlış olduğu ispat edilememişse bu konuda doğru hangisi ise o bulununcaya kadar çalışmalara devam edilecek demektir. Onun için böyle olan şeyler ne kabul edilir ve ne de reddedilir.  

Bu varsayımın uygulanmasında dinler şunu kabul ederler: Bir şeyin doğruluğu ilmen ispat edilmedikçe biz onu kabul etmek zorunda değiliz. Yanlışlığı ispat edilinceye kadar da onu reddetmek zorunda değiliz. Ama her zaman bunun doğrusunu aramakla yükümlüyüz. Tahmini de olsa bir bir çözümler üreterek onları kabul edip uygulamaya koyabiliriz.  Mesela burada bir örnek vermek gerekirse ahiret ya vardır veya yoktur. İnsan bu iki şıktan birini kabul ederek ona göre hareket eder. Eğer bu dünyanın sorunlarını çözerken ahireti yok sayarsak, o zaman ya varsa sorusuna cevap vermemiş oluruz. Eğer sadece ahireti var kabul ederek ona ağırlık verirsek bu defa da dünyayı ihmal etmiş oluruz. Artık bu durumda bize düşen ve bizim yapabileceğimiz iş dünyayı ihmal etmeden ahireti hesaba katmak olmalıdır.

Batılılar dini olan şeyleri reddetme hususunda "Bir şey dini ise o yanlıştır" var sayımı üzerine hareket etmektedirler. Bu da dine karşı cephe almayı gerektirip bu sebeple de artık din ne söylüyorsa onun aksini yapmayı bir marifet sayma sonucunu doğurmaktadır. Hatta bu konuda bir takım yasaklar bile getirilmektedir. Mesela baş örtmek dinidir, o halde bu kötü bir şeydir var sayımı bu mantıksızlığın bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır, diyebiliriz.

   Biz dindarları dinimiz ile tezyif ederek insanlığı bizden uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Dayanacakları hiçbir delilleri bulunmadığı için de bizi muhatap kabul etmeyerek böylece tartışmadan kaçarak hayatlarını sürdürüyorlar. Artık bu durumda bize düşen şey, dünyadaki büyük dinlerin tüm mensuplarına kendi usulümüzü bildirmek olmalıdır. Bunlar arasında Hıristiyanlar, Müslümanlar, Budistler ve Hindular vardır. Yahudiler ise her ne kadar büyük bir dinin sahibi olmasalar da büyük dinlerin ataları olmaları dolayısıyla isterlerse gelebilirler. İşte böylece biz bir araştırma merkezi kurarak orada usul-ü fıkıh ilmini daha da geliştirebiliriz.   

            Var sayımlarımız şunlar olabilir:

1) Kitaplarımızda yer alan bugünkü müspet ilmin verilerine uymayan yerler varsa onları tevil etmeliyiz veya bunlar müteşabihtir diyerek inanıp geçmeliyiz. Böylece bütün dinlerde müspet bilime aykırı bir şey kalmamış olur.         

2) Tanrının varlığı, ahiret hayatı, insanın sorumlu olduğu hususu gibi müspet bilimin konuları içinde yer almayan ve fakat bütün dinlerin üzerinde ittifak ettiği konuları ortak bir inanç olarak bir metinde birleştirebiliriz.     

3)       Müspet ilimce yanlışlığı ispat edilmemiş olan, dinlerin de üzerinde ittifak etmediği hususlarda her din kedi inançlarını ispat etmeye çalışabilir. Böylece her dinin müntesipleri bunları kabul edip inanmakta serbest olmalıdırlar.  

4)       Bütün bu çalışmalarda dinlerin birbirinden faydalanması bir prensip olarak kabul edilmelidir. Artık insanlar karşılıklı olarak birbirini tekfir etmekten vazgeçmelidirler. Her inanan insan bir taraftan kendi dinini yaşarken diğer taraftan da başka dinlere karşı saygılı olmasını bilecektir.

İşte bütün bu hususlarda anlaşmaya varıldıktan sonra Müslümanların geliştirdikleri usul-ü fıkıh ilmi bütün dinlere karşı çok faydalı bir hale gelmiş olur. Çünkü böylece öyle bir fıkıh ve hukuk sistemi geliştirilmiş olacak ki, belki bu suretle üçüncü bin yıl uygarlığının temelleri atılmış olur.  

Böylece usul-ü fıkıh sayesinde sosyal ilimler adı verilen disiplinler de müspet bilim haline gelmiş olacaktır. Artık meclislerde kanun yapılırken keyfi isteklere göre değil de ilmin verilerine göre kanun yapılır hale gelecektir. Bu suretle artık hukuk, istikrar kazanacak ve insanlık âlemini bin yıl değişikliğe uğramadan yönetme sürecine başlamış olacaktır.   

Şöyle bir soru sorulabilir. Peki, bunu kim yapacak? Devletler mi yoksa Birleşmiş milletler mi yapacak? Tarihte uygarlıkların kurulmasında ilk başlangıçta hiçbir zaman halkın çoğunluğu ve kuvvetler görev almamışlardır. O sebeple bunun için bir dernek kurulabilir ve dünyadaki bütün ilim adamlarından buraya katkıda bulunmaları istenebilir. Hatta ateizmi savunan ilim adamları bile davet edilebilir. Fakat onların var sayımları yirminci yüz yılda çürütüldüğü için onlar gelmeyebilirler. Çünkü onlar sebepsiz sonuç olmaz diyorlar.   

Bundan sonra da kâinat sebepsiz olarak var, diyorlar. Eski Yunanlılardan kâinatın sonradan var edilmediği ve hep var olduğu var sayımı üzerinde tanrısız bir kâinatı savunanlar olabilirdi ve bu çok görülmeyebilirdi. Zaten bu savunmayı yapanların sayısı yok denecek kadar azdır. Oysa şimdi kâinatın sonradan yaratıldığı ilmen sabit olunca, artık tanrısız bir kâinatı kabul etmek demek, kâinatı tanrı yapmak demektir. Ama bu yoktan kendi kendisini var etmiş olmaz mı? Bu bir çelişki değil mi?

Bugün hala ateist varsa onlar sermayenin verdiği bir sıcaklıkla sermayedarların iflas etmiş sözcülüğünü yapıyorlar dektir. Biz onların aramıza katılıp varsa eksikliklerimizi tamamlamalarını isteriz.

Büyük dinler tetkik edildiği zaman görülür ki, aslında bunların dayandığı temel hep aynıdır.  Tanrının varlığı, ibadet etmek, ahiret âlemine, mükâfat ve cezaya inanmak.   Değişik dinler Tanrıyı farklı bir şekilde algılamış olabilirler. Ahiret âlemi farklı yorumlanabilir.  Ama mükâfat ve mücazatta bir ihtilafın olmaması gerekir.

Son olarak bir inancımı belirmek isterim. Sadece Müslümanların değil, bugün küçülen bir dünyada tüm insanlığın yepyeni bir usule ve buna dayalı olarak da yepyeni bir hukuka şiddetli bir şekilde ihtiyacı vardır.

 


*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.