.

   Teori nedir, tarifi nasıldır, bizim teorimiz neye dayanır?

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*

              Bilindiği gibi teori nazariye demektir. Yani yapmak istediğimiz bir şey hakkında kafamızda teori kurarız, bir şeyler tasarlarız. Mesela toplumdan ya da devletten baskı görüp bir sıkıntıya düştüğümüz zaman ah bizim devletimiz böyle değil de şöyle şöyle olsa deriz. Bir mühendisin bir ev yapmak istediğinde ortaya koyduğu plan proje de bir çeşit teoridir. Mesela ben şöyle şöyle bir okul yapmak istiyorum veya ben aynı vücudumuz gibi barışık ve doku uyuşmazlığı bulunmayan bir toplum istiyorum dediğimiz zaman bir görüş, nazariye ve bir teori ileri sürmüş oluruz.

Bize göre hayat, teori ile pratiğin birleşmesi sayesinde meydana gelir. Bu bakımdan hayatın her noktasında teoriye ihtiyaç vardır, derim. Hatta fıkıh-İslam hukuku kitaplarında yazılı olan bilgiler bile hep teoriden ibaret olduğunu söyleyebilirim. Mesela herhangi bir mesele hakkında fıkıhtaki bir bilgiyi aynıyla uygulamak mümkün olmayabilir. Onun için İslam’da fetva esastır, denilir. Çünkü fetva demek, teorik bilgiyi uygulayacak ve uygulanacak hale getirmek demektir. O sebeple fetva, kişiye özeldir, ifadesi, fıkıhçılar arasında meşhur olan bir sözdür. Şimdi ürettiğimiz kendi teorimizi açıklamaya çalışalım.

Eğer siz, insan ile ilgili bir teori kurmak istiyorsanız Allah'a inanmak ve O'nu nazarı itibara alarak ve Allah'ı merkez yaparak bir teori üretebilirsiniz. Bundan başka da bir yol yoktur. Doğru bir teori ancak böyle kurulur. Burada Ali Fuat Başgil’in eserinde naklettiği Laplas ile Napolyon’un arasında geçen bir olayı nakletmek isterim. “Bu modern maddecilik modasını çıkaranların başında ilim sahasında olduğu kadar inkârcılıkta da meşhur olan Fransız ilim adamı Laplas gelir. Bu zat 1796 yılında yayınladığı “Kâinat Sisteminin Açıklaması” adlı eserinde modern astronominin temellerini atmış, fakat aynı zamanda da açıkça Allah’ı inkâr etmiştir. Napolyon’un İçişleri Bakanlığından Senato Meclis Başkanlığına kadar yükselen Laplas’a bir gün Napolyon, “İyi ama sizin bu kâinat sisteminizde Allah’ın yeri nerede?” diye sorunca, Laplas, ona hayat ve kâinatı açıklamak için: “Sayın başkanım, hiçbir suretle ispat edilememiş bir Allah varsayımına ihtiyacım yoktur”, cevabını vermiştir.[1] Biz ise bugün onun tam tersini söylüyoruz. Allah nazarı itibara alınmadan ve O'nun gönderdiği kitaba dayanmadan bir teori getiremeyiz ve çağın problemlerini de asla çözemeyiz. Teoriden maksat, pratiğe geçmek, aktif hale gelip hareket etmemizi sağlayan yolu bulmak demektir.

Allah var ve birdir. Bir değil, tektir. Çünkü bir ile tek arasında çok fark vardır. Bir demek sıfıra göre bir, ikiden önceki bir demektir. Mesela üç dediğimiz zaman buradaki 3, üç tane değildir. O, 2 den sonra geldiği için ona bu ad verilmiştir. Yoksa o üç tane değil, birdir, bir tanedir. Yani 3, 2 ye göre 3 tür. Yani üç başkalarına bağlı olarak 3 olmuştur. Hâlbuki Allah kendisinden başka kimseye ve hiçbir varlığa bağlı değildir. O vardır ve tekdir. Sağında, solunda, önünde ve arkasında hiçbir varlık yoktur. Hatta bize göre Allah’a cihet izafe etmek O, mekândan münezzeh olduğu için doğru olmaz, diye düşünürüm. Her ne kadar Kuranda indellah, vechellah ve yedüllah gibi ifadeler varsa da bunlar, teknik ifadesiyle mücmel ve üteşabih yani hakiki manasında kullanılmamış deyimlerdir.

Teklik sıfatını Allah, tabir caiz ise sadece ve sadece kendisine tahsis etmiştir. Ama kendisinin dışında her şeyi çift çift yaratmıştır. Kuranda belki düşünürsünüz diye biz, her şeyi çift yarattık buyrulmaktadır.[2] Mesela su toprağa, toprak da suya muhtaç olarak yaratılmıştır. Diğer taraftan da insan ve kâinat var. Kâinatta canlı ve cansızlar var. İnsanda ruh ve beden var. İşte varlıklar âlemindeki bu eşleşmeleri bulmamız gerekiyor. Bisikletin ön tekeri ve arka tekeri gibi bir şeyin diğer eşini bulabilirsek geçmişteki bilinmezleri ve ihtilafları bile çözebiliriz. Mesela Matüridiler kadın peygamber gelmedi, demişler. Eşariler ise kadın peygamber gelmiştir. Mesela Asiye ve Meryem gibi kadınlar peygamberdir, demişlerdir. Bu konuda her ne kadar biz sadece erkek peygamberler gönderdik gibi ayetler[3] var ise de bir de aklen de kadın peygamber gelmediğini ispat etmek yerinde olur. Bizim ikili sisteme göre bireysel ihtiyaçlar var, bir de toplumsal ihtiyaçlar vardır. Bireysel işler ve ihtiyaçlar evde görülür, toplumsal ihtiyaçlar, işler ve kararlar ise camide çözülür ve görülür. Evde ve ev işlerinde kadın görevlidir. Yani içişleri bakanı kadındır, kadın evin annesi veya eşidir. Dış işlerinde ise erkek görevli olup toplumsal olaylarla o ilgilenir. Onun için kadına cuma namazı farz değildir, ama kılarsa geçerli olur, hem o kadar geçerli olur ki, aynı erkekler gibi, o günün öğle namazı üzerinden sakıt olur. Yani kadının bu olaylarda vücubiyeti yok, ama edaiyet saıfatı vardır. Yani görevi değildir, ama o, bu işi yerine getirirse geçerli olur. Hatta Cassas’ın değerli eserinde dediği gibi, o, risalet vazifesini imametin (yani toplumdaki başkanlık görevinin) en yüksek mertebesi diye tavsif etmiş, imametin en yüksek mertebesi, risalettir, demiş ve aynı ifadeyi Elmalılı merhum da tefsirine almıştır.[4] Böylece peygamberlik bireysel değil, topluma ait olan bir iş olunca kadından peygamber de gelmemiş olur.

Varlıklar âleminde hep dengeler vardır. Bu dengeler çok önemlidir. Dengesini kuramamış birey ve toplumlar, dengelerini kaybederler, sonra da düşüp parçalanırlar. Çünkü ağırlık merkezleri kendilerinin dışına taştığı için devrilip yıkılıp giderler. Tarih maalesef böyle dengesiz kimselerin devrilmeleri, yıkılıp çökmeleri ile doludur.  Onun için Allah Kuranda "Rahman semayı yükseltti ve dengeyi koydu." buyurmakta hemen arkasından da dengeyi kaçırmayın, adalet ve denge terazisini dik tutun, ölçüyü, tartıyı ve dengeyi kaçırmayın ve eksiklikler yaparak ağdırmayın, buyurmuştur.[5] Belgesellerde var, develer çok olunca ağaç yapraklarını çok yediklerinden, yapraklar azalmış ve az olan yapraklara gelen usareler çok olduğu için yapraktaki zehir yüzdesi arttığından develer ölmüştür. Hayvanlar ve varlıktaki her bir tür, bir başka türle dengelenir. Fakat insanı dengeleyen bir varlık yoktur. Akıllı olan bu iki ayaklıyı yine kendisi yani insan dengelemektedir. O sebeple iyi insanlar vardır ve kötü insanlar vardır. Hangisi daha çok çalışırsa onlar diğerlerini mağlup ederler. Fakat öyle bir zaman gelir ki, bu çok çalışanlar yaşlanır çalışamaz hale de gelebilirler.

Bana göre Rönesans medeniyeti insanda başarılı olamamıştır. Bu medeniyetin insan projesi başarılı değildir ve çok zayıf, hem de çok zayıftır, pek zayıftır. Yani bu batı medeniyeti insan, birey ve toplum, fert ve devlet açısından sınıfta kalmıştır.  

O halde netice olarak şunu söylemek isteriz ki, insanı iki düzlemli veya din ve bilim merkezli elips biçiminde yaratan Allah, sünnetüllahı koymuş, din ve bilim dünyasını yaratmış, insanın bedeni, hayvan, bitki ve cansız varlıklar, bilim kanun ve kurallarına tabi olup ona uyarlar. Dış organlarımız, birey insanın içtihat ile olan iradi faaliyetleri ve şura-danışma ile karar alan toplum temsilcileri ise dinin düzen kanun ve kuralları ile hareket edip yaşarlar. Bu din-bilim bileşkesi, fizikteki karışım gibi değil, kimyadaki bileşim gibidir ve hayat bir bileşkeden ibarettir. Fakat bugünkü medeniyet bileşenini kaybetmiştir. Yani bisikletin bir tekeri patlaktır veya kadın kocasız kalmış ya da erkek eşini-karısını kaybetmiş, böylece yalnız kalmıştır.

Herkesi ama herkesi düşünmeye davet ediyorum. Bana hislerim dünyanın üzerine çığ gelmekte olduğunu söylüyor. O yüzden elimizi çok çabuk tutmamız gerekiyor. Yoksa tüm insanlık çığ altında kalabilir. Bu öyle bir çığ olacak ki, belki 6 milyar insan ölebilir. Kalanlar da belki 2 yüz yıl belki daha fazla bir zamanda bile iflah olmazlar. Peki, ne yapacağız. İslam’ı hem temsil ve hem de tebliğ edeceğiz. Önce Kuranın bize olan vahyine geleceğiz, anladıklarımızı uygulayacağız ve yerine getireceğiz; bu yaptıklarımıza da başkalarını, bakın biz böyle yaptık, yapıyoruz siz de böyle yapın diyeceğiz. Tebliğ böyle olur. Allah Kuranda bizim için çalışıp gayret eden topluma yollarımızı kesinlikle göstereceğiz buyuruyor[6] Yalnız buradaki bu çalışanların kurallı çoğul olduğunu, yani onların kendi kuralları olan bir toplum olduklarını görmek gerekir. Onun için farzı ayın birey, farzı kifaye de toplum, yani fert ve devlet birlikteliği yani bisikletin ön ve arka tekeri olmakla devlet olmadan, yani Müslümanlar devlet olmadan hiçbir yere varamazlar. Yalnız bize göre İslam devlet olduğu zaman tüm insanlara daha fazla özgürlük ve daha fazla adalet olacaktır, mahalle baskısı asla olmayacaktır. Bize düşen sadece hatırlatmak ve düşündürmeye çalışmaktır, yoksa despotluk değildir.[7] Herkes serbest olup dileyen inanıp ibadetini yapacaktır, istemeyen de inanmazsa inanmayacak, dua ve ibadet falan yapmayacaktır. Yalnız toplumsal sözleşmelere, diğer kişilere karşı, insan hak ve vazifelerine uyacaktır. Zamanımızda her mekândan ve her yerden, her şeyden ve her varlıktan sos çığlıkları geliyor, böylece her bir sos, bir ses bekliyor. Bu soslara ses vermemiz, imdat çağrılarına koşup yetişmemiz gerekmez mi? AEO      


[1] Ali Fuad Başgil, Din ve Laiklik, s, 34

[2] Zariyat 51/ 49

[3] Bak, Yusuf 12/ 109; Nahil 16/ 43; Enbiya 21/ 7

[4] El-Cassas Ebû Bekir Ahmed b. Ali er-Râzî, Ahkâm-ül Kuran, Beyrut-T.Y. I, 68; Krş. Elmalılı, Hak Dini, I. 491

[5] Rahman 55/ 7.8.9

[6] Ankebut 29/ 69

[7] Ğaşiye 88/ 22


*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.