.

KÜLTÜR EKSİ OLUR ARTI OLUR SAYRI OLUR SAĞLIKLI OLUR

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*

Aşağıdaki İbrahim Kalın'ın yazısına Cevapdır.

 

Kültür hala geçerli midir?

 

31 Ekim 2011 Pazartesi - 08.59

İbrahim Kalın

Kendi elimizle yarattığımız şeylerin, bizi baştan çıkarmasına izin vermediğimiz ve hakikat kavramına sıkıca bağlı olduğumuz ortamda, beşeri akılcılık ve özgürlüğün bir ifadesi olarak Kültür, anlamını sürdürebilecektir. İbrahim Kalın'ın analizi:

Okurlarımın protestolarını duyabiliyorum. “Kültürü nasıl tanımladığınıza bağlı” diyorlar. Haklılar da. Bazıları da kültür diye bir şey olup olmadığını sorgulayacaktır. Sanal tatmin ve üstün teknoloji medeniyeti olan anlık iletişim çağında, kültür, anlam ve geçerliliğini yitirmiştir. Muhafazakârlar kültürün öneminin devam ettiği şeklinde karşılık verecektir. Kültür ve gelenek olmadan, ne birey, ne de toplum var olabilir. İnsan olmak, kültürlü olmaktır.

Herhangi birinin kültürü nasıl tanımladığına bağlı olmaksızın, hayatımız zaten kültürün bütünlüğü hakkında bize fikir veren değerler, tutumlar, gelenekler ve alışkanlıklarla çevrilmiş ve şekillendirilmiştir. Tabii bunlar, her zaman tutarlı ve kesin değildir. Değişik şekiller alabilir, farklı nesnelerle süslenebilir. Ve biz onlardan kaçamayız. Kültürlü varlıklar olarak, kültürel formları, gelenekleri oluşturabilir ve bunlarla yaşayabiliriz.

Söylemeye gerek yok, kültür, beslenme alışkanlıkları veya defin törenlerinden oluşan bir katalog değildir. Diğer insanlar ile etkileşim içinde olduğumuz bağlamı oluşturan Kültür, insanlığımızı bulduğumuz yaşam dünyamıza nüfuz eder. Daha geniş anlamda, fikirleri, duyguları, anıları, bilinçsiz alışkanlıkları, davranışları, önemli ürünleri, karar ve yargılarımızı şekillendiren diğer unsurları ihtiva etmektedir.

Tüm bunlar akılcılık, öz-bilinç ve özerklik mertebesini gerektirir. Beşeri bireyler olarak bizden özgürlük mertebesinde bilinçli ve rasyonel hareket etmemiz bekleniyor. Bizi, diğer varlıklardan akılcılık ve özgürlük pratiğimiz ayırt edici kılar. Yine, akılcılık ve özgürlük tanımlaması nasıl olursa olsun, biz hür ve rasyonel bireyler gibi hareket ederek, kültürel formları ve bağlamları oluştururuz. Aksi takdirde, bizim de eylemlerimizin bir anlamı olmaz. Anlam olmadan da kültürü oluşturamayız.

Ama içinde yaşadığımız dünya, bir yanda rasyonel bireyler ve yetkili kişiler ve diğer yanda gayri şahsi güç sistemleri ve diğer anonim mekanizmalar arasında sallanmaktadır. Kültürün temel unsurları insani yetkinlik, akılcılık, özgürlük ve manaysa, bu unsurların hiçbirinin olmadığı yerde kültür nasıl varlığını sürdürebilir?

Yüksek teknoloji, geç modernliğin sanal medeniyeti, insan etkileşimi için yeni mekanizmalar tesis etmiştir. Kişisel bilgisayarlar, sosyal medya, online programlar, görsel ve yazılı medya ve pek çok diğer teknolojik alet, açıkça fikirleri, mesajları ve davranışları iletmemektedir. Ayrıca, bunlar yeni içerik üretmekte, yeni bağlamlar sağlamakta, düşünme ve hareket şeklimizi değiştirmektedir.

Giderek artan bir şekilde, kararlarımızı hızla değişen teknolojik cihazlar aracılığıyla oluşturmaktayız. Üretim biçimlerimiz ve tüketim alışkanlıklarımız, hiç kimsenin denetiminde olmayan gayri şahsi mekanizma sistemi tarafından oluşturulmaktadır. Karar alma süreçlerindeki son derece karmaşık ağlar, 20. yüzyılın sosyal mühendisliğine ait yeni sürümler gibi işlev görmektedir. Bize kendimizi bu akışa bırakmamız ve bu şekilde her şeyin iyi olacağı söylenmekte.

Diğer bir deyişle, rasyonalite yarar maksimizasyonu olarak tanımlanır. Özgürlük kavramı, kişisel bilgisayarlar ve gayri şahsi sosyal ağların sanal dünyasıyla tasfiye edilmektedir. Mana, insan bağlamının ötesinde çoğunlukla makineler, ünlüler ve TV reklamları aracılığıyla oluşturulmaktadır. Bu, kültür için yaşam alanımızdan çekilme anlamına mı gelir?

Kesinlikle hayır. En azından zamanın geleneksel anlamında, hakikate ve diğer beşeri unsurlara verdiğimiz cevaplarda kültür esir değildir. Ama o kadar derin ve büyük ölçüde araçsallaştırılmıştır ki; tüm anlam ve geçerliliğini kaybetme riskini göze almıştır. Birisi bugün kültürel yaratıcılığın görünümünü bulabilmek için modern, yüksek hızlı yaşam tarzının sınırlarını zorlamalıdır. Ya da, çoğumuz gibi, geleneksel kültürel eserlere dünya görüşünün kültürün tümünü güçlendirdiğinin idrakinde olmadan, “özgün kültür” muamelesi yapacaktır. Bazıları da yanlış bir şekilde ileri teknoloji aletlerini, eski unsurlarla değiştirerek kültürü koruyabileceğimizi düşünüyor. Oysa bir metanın alım satımından daha fazlası tehlikededir.

Mesele, giderek artan bilgisayarlaşma ve yüksek teknoloji dünyasının, kültürün mana ve geçerliliğini zorunlu olarak azaltmadığı bir ortamı yaratmaktır. Bu, imkânsız değil ama mevcut insanlık halimiz üzerinde kapsamlı bir düşünme ve tefekkür gerektirir. Kendi elimizle yarattığımız şeylerin, bizi baştan çıkarmasına izin vermediğimiz ve hakikat kavramına sıkıca bağlı olduğumuz ortamda, beşeri akılcılık ve özgürlüğün bir ifadesi olarak Kültür, anlamını sürdürebilecektir. İlişkilerimizin araçsallaştırılmasını kabul etmediğimizde ve onlara gerçek değer ve manaya sahipmişiz gibi davrandığımızda; kültürün özgün anlamda var olduğunu göreceğiz.

Biz ona başka bir metaaymış gibi davranmayı bıraktığımızda kültür, kültür olacaktır.


 

KÜLTÜR EKSİ OLUR ARTI OLUR SAYRI OLUR SAĞLIKLI OLUR

 

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu

D E Ü İlahiyat Fakültesi

İslam Hukuku Öğretim Üyesi

İZMİR

 

Kültür Hala Geçerli midir?

Hemen cevap veriyoruz ki, evet, kültür hala geçerlidir. Ancak yavaş yavaş eşyanın tabiatında var olan kanunlara uyarak derece, derece zamanla değişmelidir. Zira bu kültür bu şekliyle ve bu biçimiyle insanın birey ve toplum hayatında bir fonksiyon icra etmektedir. Kültür makinesi çalışmasa ve üretim yapmasa hayat durur; böylece hem toplumun, hem de kendisinin yani kültürün sonu olur. İşte insan kendisini bilim ve teknolojinin dişlilerine, bilişim ve modernitenin kıskacına hoyratça terk ederse tabi sonuçta olacağı budur. Hayatı sadece bedensel sananlar, onu bu hale soktular; hem yaşamı, hem de kültür ve medeniyeti sayrı yaptılar. Birey ile toplum, fert ile devlet hayatındaki ölçü ve ölçekleri kaybedenler, sağlık ile hastalığı, normal ile anormali, savaş ile barışı anlayamazlar. Hâlbuki insan hayatında sağlık kadar hastalık, hastalık kadar da sağlık vardır. Bize göre buradaki teşhis, kültür ve medeniyetin çalışıp çalışmadığından, geçerli olup olmadığından ziyade, eksi veya artı yüklü mü, yani hasta mı, sağlıklı mı bunu ölçüp biçmek olmalı ve sonra da tedavi yollarına düşmelidir, derim.

Varlıklar âleminde ikili sistem var. Bunu anlayamaz, sadece akla dayanan ve yalnız felsefe yapanlar. Akıl bile yalnız başına çalışmaz ve çalışamaz. Zira onun bile bir bileşeni var. Akla benzeyen kompüterler, kompüterlere benzeyen akıllar, yükleme yapılmadan çalışmaz ve çalışamazlar.  Çünkü dünyadaki tüm varlıklar, bir bileşeni ile çalışıp üretim yaparlar. Yoksa geçit vermez bu kurallar ve kanunlar. İşte insan açısından fizik ile maddenin, bilim ile bedenin, dünya ile aklın, birey ile ferdin hep birer birer bileşeni var. Ancak bu bileşenleri araştırıp bulup yerli yerine koyanlar, bu eksi yüklü ve hasta olan Rönesans kültür ve medeniyetine teşhis koyarlar, çare bulurlar ve çare olurlar. Evet, birey-toplum, fert-devlet, fizik-metafizik, madde-mana, din-bilim, ruh-beden, akıl-nakil, dünya ve ahiret dengesini kurar, beyinlerinde teori kuranlar. Bugün asıl problem, işte bu yitirilmiş ve kaybolmuş bileşenlerin bulunup getirilerek dengelerin yeniden kurulmasıdır. Onun için hep beraber yeni bir dünya, yeni bir dünya diyelim ve gelin yenidünyayı birlikte kuralım.

Bize göre kâinatta din ile bilim olmak üzere iki bilgi kaynağı var ve bunlar beraber olup birlikte çalışırlar. Siz isterseniz buna fen bilimleri ve sosyal bilimler de diyebilirsiniz. Zaten fen bilimleri dış dünyamıza yani duyu organlarımıza hitap ederken, sosyal bilimler de iç dünyamıza yani ruhumuza ve beynimize hitap ederler. Onun için de sosyal bilimler bize göre dinden ayrı ve dinden başka şeyler değildirler. Gerçekten ruh-beden sahibi ve bileşkesi olan insan, din ile bilimin bir bileşkesinden ibaret olup onların kesiştikleri noktadan geçen düzlemde yaşar.       

Diğer taraftan da nutuk ile mantık birlikteliğidir ki, otomobil motorunun benzin ile çalıştığı gibi, insan beyni ve mantığının da konuşma yani nutuk yani kelime, terim ve ıstılahlarla çalıştığını bize öğretir. Fakat üzülerek söylüyorum ki, bugün bu imkândan mahrum olduğumuzu söylemeliyiz. Çünkü hemen hemen tüm dinlerin yani bütün sosyal bilimlerin birçok terim, tarif ve tasnifleri eskimiş, ekşimiş, parsımmış ve fesada uğramıştır. Onun için çağımızda Rönesans medeniyeti sayesinde bilhassa sosyal bilimcilerin kafaları karışık olup doğru çalışmamaktadır. Zira bu değişen ve fesada uğrayan terminoloji, onları da fesada uğratmıştır. Artık ekonomi ve sosyolojiye yön veren ve kendilerine filozof denen kimseler, Antoine de Monchretien, Adam Smith, David Ricardo, Robert Thomas Malthus, Jean-Jacques Rousseau, Charles Montesquieu ve Auguste Comte gibi şahsiyetler çağımızda bugün bulunmamaktadırlar. Günahıyla sevabıyla bizi bugüne getiren amil, bu kişiler ve bu kişilere benzeyen kimselerin görüş ve düşünceleridir.

              Zira bu medeniyet, Macit Gökberk’in Felsefe Tarihi adlı eserinde de ifade ettiği gibi[1]  Batı dünyası Rönesans, Reform ve Aydınlanma hareketleriyle hayatı değiştirmeyi amaçlamış ve bu değişim hiçbir zaman klasik ilk çağ düşüncesinin yalnız bir yenilenmesi olmamış; o, görüş ve tutumu büsbütün yeni olan bir hayat, kendisine öteki çağlarda rastlanmayan yepyeni bir insan da getirmiştir… Bu yeni bir insan anlayışı yanında yeni bir din, yeni bir hukuk ve yeni bir devlet anlayışı da getirmiştir.[2] Paul Hazard’ın deyişiyle Batı düşüncesindeki bu büyük değişmede ilim, şimdiden bir put, bir mit olmuştur. İlim ile mutluluk, maddi ilerleme ile manevi ilerleme aynı şeyler olarak görülmektedir. Felsefenin ve dinin yerini ilmin alacağına, ilmin insan zihnindeki bütün sorulara cevap vereceğine inanılmıştır. Bu konuda o kadar uçlar meydana gelmiştir ki, ilim her şeydir, diyenlere karşı, ilim iflas etmiştir, diyenler bile ortaya çıkmıştır.[3]

          Bu Rönesans medeniyetinin yapmış olduğu değişikliklere, değişme ve gelişme mi diyeceğiz, yoksa değişme ve gerileme mi diyeceğiz? Meseleye insan açısından bakacak olursak bu bir değişme ve gerilemedir, başka bir şey de değil. Hayvan, bitki ve cansız maddeleri tanımak açısından ise buna bir gelişme, diyebiliriz. Tabi bu sınırları çizerken insanın da bedensel olarak tanındığını, biyoloji ilminin gelişmesiyle hekimlikte epeyce yol alındığını ve insanlığa hizmet edildiğini hakperest olduğumuz için göz ardı edemeyiz. Fakat insanın asıl insanlığını meydana getiren onun metafizik yönü ve bilim tarafından ziyade din tarafı olduğu halde din ile bilim birbiriyle çelişen iki kurum olarak gösterilmiş, fizik ve metafizik savaşları yapılmış, neticede yenilgiye uğrayan metafizik ve dinsel alan, inanç, ibadet ve dua sınırlarına çekilmeyi ve de kiliseye (ve camiye) kapanmayı kabul etmiştir. Yani toplumdaki her türlü ekonomik, sosyal, hukuk ve siyasal alan, dinin dışına itilmiştir. Yani sizin anlayacağınız hayatın sosyal bilimler alanı bu büyük değişimi yaparken prematüre doğmuştur, diyebiliriz. Bir de o günden bugüne bu aksak-topal yolcu, 2-3 asırdan beri iyice yorulmuş, artık ayakları tamamen tutmaz hale gelmiştir, görüşündeyiz. Onun için biz, zamanımızdaki bilhassa sosyal bilimcilerin kafa karışıklıklarını, bu iki esasa bağlamak istiyoruz.

Sosyal bilimlerin terminolojisi oluşurken az önce de değindiğimiz gibi prematüre bir doğum olmuş, uzuvlar teşekkül etmeden mesela kelimelerin eşleşmeleri oluşmadan eksik üretimler meydana gelmiştir. Mesela bireycilik ortaya çıkarken bunun bir bileşeni olan toplumculuk yok sayılmış ve böylece eksik, arızalı bir doğum olmuştur. Başka bir örnek verecek olursak mala bir anlam yüklerken paraya da ona denk olan bir anlam yüklenecek yerde bu yapılmamıştır. Mal milletin alanında olup herkes istediği malı istediği zaman ve mekânda ve istediği şekilde üretecek yerde buna müdahale edilmiş, para işleri de devletle kaim olduğu halde özel bankalara izin verilmiştir. Yani henüz bugün dünyada birey-toplum, mal ve para dengeleri kurulamamıştır.

Sosyal bilimlerin 2-3 asırdan beri terim, tarif ve tasniflerinin aşınıp yıpranmasına gelince, bize göre bu bilimlerin terminolojisi bu zaman zarfında eskimiş, fonksiyonlarını yitirmiş ve insanların beyninde etki yapamaz hale gelmişlerdir. Yani durgun, ekşimiş, parsımmış yemek yendiği zaman insanın midesi nasıl fesada uğrayıp bozuluyorsa, zamanın geçmesiyle aşınıp yıpranmış ve hayata bir anlam veremez hale gelmiş kelime ve terimlerin hala tedavülde kalması, nutuk-mantık ilişkisinden dolayı kafalar karışmış ve beyinler de çalışamaz hale gelmiştir. İşte yeryüzündeki anlattığımız bu alanlarda bize göre olay bugün aynen böyledir. Onun içindir ki, hiçbir kimse gelecek hakkında bir çözüm üretememektedir. Çünkü problem sadece bilimsel de değil, hem doğuda ve hem de batıda bugün problem, ilk planda iktisadi ve sosyal gözükmektedir. Bu ise bizim açımızdan insan iradesiyle ilgili olduğundan dini bir mesele olup bunların çaresi ancak İslam dininin temeli olan Kuran-ı Kerim ve Sünnet ışığında bulunacak yollarla bir çözüme kavuşturulabilir.  

Kültür, özgün kültür, modern, medeniyet, akılcılık, öz-bilinç, özerklik, özgürlük, sanal tatmin, üstün teknoloji, rasyonalite ve maksimizasyon gibi kelimeler ve lügatler kullanılarak cümleler kurulmuştur. “Kişisel bilgisayarlar, sosyal medya, online programlar, görsel ve yazılı medya ve pek çok diğer teknolojik alet, açıkça fikirleri, mesajları ve davranışları iletmemektedir. Ayrıca, bunlar yeni içerik üretmekte, yeni bağlamlar sağlamakta, düşünme ve hareket şeklimizi değiştirmektedir.”, denilmiştir. Bunların hepsi doğru olabilir. Aslında bu ve böyle yazılar hasta bir medeniyetin hasta bedenindeki komplikasyonları ve sayrı semptomlarını belirleme çabalarından başka bir şey değildir. Normal olarak bu, ortada mevcut olan durumun bir tespitinden ve bir tutamak ile yazıya geçirilip kayıt altına alınmasından öteye de geçemez. Bize göre bir tedavi önermedikten sonra hastalığı teşhis ve tespit etmek de hiçbir şey ifade etmez. Asıl reçeteye ihtiyaç vardır, nerede çare, çare nerede, çözüm, çözümü söyleyin, çözümü söyleyiniz lütfen. Aslına bakarsanız burada tam anlamıyla yapılan bir tespit ve teşhis de yoktur. Çünkü bu batı medeniyetinin en büyük en büyük açmazı ve çıkmazı onun din dışı yapılanmış olmasıdır. Öyleyse sarhoş veya yiğit, düştüğü yerden kalkar dediklerine göre bu amansız hastalığın tek çaresi, başka bir şey değil, dindir. Burada din denilince de hiç şüphesiz İslam akla gelir. Zira İslam’ın dışındaki dinlerin, hukuk, sosyoloji ve ekonomik açıdan insanlığa söyleyebilecekleri fazla bir şeyleri yoktur. Evet, önemine binaen yine tekrar edelim ki, bugün insanlığın önünde bulunan tek çare, İslam’dır. Onun için sosyal bilimlerdeki miadını doldurmuş terim, tarif ve tasnifler, İslam ile yoğrulmuş lekesiz beyinler tarafından yenilenip ortaya konmadıkça kültür değişimi ve yenilenmesi olamaz. Bir toplumun inanç, fikir sanat, adet ve geleneklerinin, maddi ve manevi değerlerinin bütününe kültür adı verilir. Kültürün de bireysel kültür, toplumsal kültür; maddi kültür manevi kültür; yöresel kültür küresel kültür; milli kültür beynelmilel kültür; Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman kültürleri; kapitalist, sosyalist, liberalist, ateist kültürler gibi kültür çeşitleri vardır. Fizik kültürü ve metafizik kültürü vardır. İşte insan için bütün problem bu maddi kültür ile manevi kültürü veya fizik kültürü ile metafizik kültürünü, ya da ruh kültürü ile beden kültürünü yeniden eşleştirmektir. Bize göre genel anlamda bu batı medeniyeti, sadece madde, fizik ve beden kültüründen ibarettir. Yani bu batı medeniyetinin kültür bedeninin sağ tarafı felç olmuştur, çalışmamaktadır. Yine bizim inancımıza göre bu ruh-beden dengesini, madde ve mana dengesini, fizik-metafizik dengesini ancak ve sadece Kuran ve Sünnet ışığında yürüyen, fen ve sosyal bilimleri beyninde yoğuran, her zaman ve her yerde hakkı arayan hakperest düşünürler, kurabilir. Tüm insanlık için çalışan böyle kimselere şimdiden başarılar diliyorum.   



[1] Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, 13. baskı, Remzi Kitabevi, İstanbul–2002, s, 251

[2] Macit Gökberk, age, s, 161

 

[3] Paul Hazard, Batı Düşüncesindeki Büyük Değişme, çev: Erol Güngör, s, 332



*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.