.

YENİ BİR İLME DENGE VEYA DENGELER İLMİNE İHTİYAÇ VAR


Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*

     

İnsanlık âleminin gelip tıkandığı bu çıkmaz sokaktan, etrafı sanki dört bir duvarla çevrilmiş olan bu kapalı alandan bir çıkış yeri mutlaka bulunmalı veya bu kapalı ve kilitli kapıdan geçebilmek için elimizde mutlaka bir anahtar olmalıdır. Bize göre bu Rönesans medeniyeti, ömrünü tamamlamak üzeredir, enerjisi tükenmiştir ve bu batı dünyasının akşam yıldızı artık parlamaz olmuştur. Zira bu para ekonomisi, krizden krize koşuyor. Çünkü para ekonomisine değil, mal ekonomisine ihtiyaç vardır. Sosyal hayatta, aile hayatında da her gün artan bir hızla çöküşler yaşanmaktadır. Zira bu çekirdek aile, artık normal ailenin yükünü taşıyamaz hale gelmiştir. Siyaset demişsiniz, iktidar ile muhalefet ikileminin kıskacı altında bir nevi kişilik zaafına uğrayan politikacı, iktidarda iken ak dediğine, koltuğu bırakınca kara demeye başlamıştır. Zira insan psikolojisine ters düşen, bu merkezden yönetim şeklinde merkez diyerek mahallin kendi işini, yerel faaliyetlerini merkeze, başkalarına, yani yöreyi tanımayan ellere bırakan ve yönetimde çoğunluk diyerek, ben % 51 güce sahibim, o nedenle % 49 u bile yok sayarım felsefesine dayanan çarpık bir demokrasi anlayışı vardır. Oysa yerinden yönetim, yerleşim birimlerinin işlerini kendi sahiplerine verdiği ve yaptırdığı gibi, yönetimde nispi temsil sistemi de herkese kendi gücü oranında hakkını kendilerine teslim etmektedir. Bu var olan daha bir sürü eksik ve aksaklıkları sayıp dökmek mümkündür, ancak buna ihtiyaç yoktur. Çünkü bu sosyal, siyasal, iktisadi ve idari yapının çarpıklığı iyice ortaya çıkmış bulunmaktadır.

Kuranı Kerimde Allah Teâlâ’nın gökleri yükseltip mizanı-dengeyi koyduğundan bahsedilmektedir.[1] Şu halde kâinatta, yeryüzünde ve varlıklar âleminde bir denge vardır. Böylece hayvan, bitki ve cansız gibi varlıklarda denge var olunca onun insan toplumlarında da var olması kaçınılmazdır. Onun için bireyle toplum, fert ile devlet arasında bir dengenin varlığından söz edilmelidir. İlim ile din arasında çelişki ve zıtlık değil, tam bir uyum ve ahenk, bir mizan ve denge zaten mevcuttur.

Denge nedir diye sözlüklere baktığımız zaman konumuzla ilgili olarak şöyle bir açıklama yapıldığını görüyoruz. Karşılıklı iki kuvvetin denkliği haline muvazene veya mizan derler. Çeşitli uzuvlar ve unsurlar arasında bulunan uyuma da denge denilmektedir. Buna göre insan bünyesine baktığımız zaman solunum, sindirim, dolaşım ve boşaltım sistemleri arasında da tam bir uyum ve ahenk yani bir denge görürüz. Diğer taraftan insan, tek cepheli, tek yönlü olan bir varlık değildir. İnsanın dini, ilmi, ahlaki, felsefi, siyasi ve iktisadi bir takım yönleri ve alanları da vardır.[2] Aslında insanın ruh ve beden olmak üzere temel iki farklı yönü olup bunları din ve bilim alanları olarak ifade ediyoruz ve bütün bunlar arasında bir denge vardır, diyoruz.

Çok eskiden peygamberlerin yönettiği toplumlarda din, bilim, hukuk ve ahlak, teori ve pratik, daha doğrusu insanın ve toplumun tüm alanları bir elde toplandığı için bunlar arasında bir uyum ve ahenk vardı, toplumun unsurları arasında denge sağlanıyordu. Fakat bu alanlar ve insanla toplumu meydana getiren bu meleke, özellik ve kurumlar zamanla birbirinden ayrıldı.   Hasan Ali Yücel bu konuda şöyle demektedir.[3] İlk dönemlerde din, felsefe, ilim, ekonomi ve matematik... gibi disiplinler hep bir arada beraber bulunuyorlardı; daha henüz ayrılma meydana gelmemişti. Felsefenin dinden, ilimlerin de felsefeden tamamen ayrılması daha sonraki asırlarda olmuştur.  Felsefe uzun yüzyıllar bütün bilimleri kendi bünyesinde tutmuş ve birleştirmiş bir halde idi. İlk filozoflar, ilk bilginler olduğu gibi, ilk bilginler de ilk filozoflardı. Fakat sonraları ilimler yavaş yavaş felsefeden ayrılmaya başladı. Bilimlerin felsefeden ayrılıp kendi özgürlüklerini ilan etmeleri kendi terim, tarif ve tasniflerini ortaya koymaları hemen ve kolayca olmuş bir şey değildir. Bu süreç asırlarca sürmüştür. Mesela matematik M.Ö. 300 lere doğru ilk defa felsefeden ayrılarak Eukleides sayesinde bağımsızlığını kazanan bir bilim dalı olmuştur. Gerek Hıristiyan ve gerek İslam Ortaçağı düşünce ve fikirde teferruatla uğraşma ve sadece zihin içinde araştırmalar devri olduğu için, bilim, felsefeye ve ilahiyata-théologie’ye bağlı kalmıştır. Ancak Rönesans devri gelince bu dönemde deney metodu ciddi olarak kullanılmaya başlayınca, fizik, kimya ve biyoloji gibi ilimler, Galileo (ö. 1642), Lavoisier (ö. 1794) ve Lamarck (1829), Claude Bernard (1878) ve Darwin (1882) gibi bilginler vasıtasıyla birer birer felsefeden ayrıldılar.

Böylece ilim, din, felsefe, ekonomi ve diğer sosyal bilimler hep teker teker birbirinden ayrılmışlardır. Hâlbuki bunların tüm birlikteliği birey ve toplumun varlığını meydana getiriyordu. Artık bunlardan birinin diğerine ters düşmesi veya aykırı kural ve kanunlara sahip olması işten bile değildi. Nitekim bir taraftan bu yeni bilim anlayışı dini yok sayarken diğer taraftan da ekonomi ile ahlak biri diğerine ters düşüyordu. Ayrıca bu alanlar, kendilerini diğerlerinden tamamen müstakil saymaları ile uyum ve ahengi ortadan kaldırdığı gibi, kendi alanlarında da çelişki ve kargaşalar meydana getirmiştir. Mesela eseriyle Nobel ödülü almış bulunan Samuelson terimlerin zulmünden bahsetmekte ve buna şöyle bir örnek vermektedir. O, İktisat adlı eserinde aynen şöyle diyor. “Krizin meydana gelmesine sebep, aşırı tasarruf olduğunu iddia eden Robinson’a Jones, şunları söyler: “Yanlış düşünüyorsun, hakiki sebep eksik tüketimdir”. Bunları dinleyen Schwartz da işe karışarak “ikiniz de saçmalıyorsunuz, hakiki sebep eksik yatırımdır”, diyebilir. Hâlbuki bunlar bir an için tartışmayı bırakıp kullandıkları terimleri tahlil ve mukayese etselerdi, şeklen farklı gözüken bu üç iddianın da aynı olduğunu, aradaki farkın terim karışıklığından meydana geldiğini anlayacaklardır.[4] Buna göre ilimlerin ortaya koyduğu terimler tam yerli yerine oturmadığı için kavram kargaşasına sebep olmaktadırlar.

İşte bunun için biz, ilimlerin hem kendi alanlarındaki çelişkileri ve hem de bu alanlar arasındaki çatışma ve uyumsuzlukları kaldıracak bir denge fikrinin ve bir denge ilminin kurulmasını istiyoruz. Mesela ekonomide hem bir taraftan marjinal faydadan bahsediliyor, hem de diğer taraftan vasıtalı-dolaylı yoldan vergiler alınmaktadır. Bu çelişkiden başka bir şey değildir. Zira bir fakirin bir kilo şekerde 1 TL. vergi ödediği yerde zenginlerin zenginliklerine göre yüz, bin veya milyon ödemesi gerekmez mi? Farjinal fayda kuralına göre fakirin parası daha değerli değil mi? İşte bunlar bir alandaki çelişkilerdir.  Alanlar arasında da fayda-zarar, yanlış ile doğru da birbirine karışmış haldedir.  Zira Şükrü Baban, ahlaken doğru olmayan bir şeyin ekonomik bakımından faydalı olacağını iddia ederek İktisat Dersleri adlı serinde aynen şöyle demektedir: “İktisat hadiseleri sırf fayda zaviyesinden mütalaa eder. Hâlbuki aynı hadiseyi adalet bakımından tetkik edersek hukuk olur. Ahlak bakımından düşünürsek “ahlak” olur. Bir esrarkeş için afyon faydalıdır. Bu anlayış, -iktisatta ihtiyacı karşılayan her şey faydalıdır- prensibine uyar. Fakat ahlaken bu doğru olmayabilir.”[5] Böylece ekonomi ile ahlak arasında bir uyum ve ahengin bulunmadığı, ekonominin ahlaka ters düştüğü açıkça görülmektedir. Hâlbuki ekonomik bir olay ve ahlaki bir davranış gelip insanda birleşmiyor mu? Birisi yaparken diğerinin yıkması olur mu?

Ekonomi ilmini geliştirdiği için Adam Smith bu ilmin babası diye anılmaktadır. İbn Haldun da düşünce sisteminin merkezini ilk defa kendisinin temellendirdiği “umran ilmi”ni bulmuştur.[6] Adam Smith ile İbn Haldun ekonomi ve sosyoloji ilimlerini koymuş değildirler. Bu ilimler onların bulmasıyla başlamış değil, insan toplumunun var olduğu günden beri insanların hareket ve davranışlarında zaten mevcut olup yaşanan kaide ve kurallardır. İnsanoğlunun bir kanun ve kural koymaya gücü yoktur. Dini ve din kurallarını, bilimi ve bilim kanun ve kurallarını ancak Allah koymuştur. İnsana düşen gerek dine ve gerekse bilime ait olan bu kanun ve kuralları araştırıp bulmaktan ibarettir. Mesela İbn Haldun Mukaddime adlı eserinde sosyal olayların biyolojik bir grafik izlediğini devletlerin ve toplumların doğup geliştiğini daha sonra da yaşlanıp çöktüğünü açık açık anlatmaktadır.[7] Zaten yeryüzünde her şey bir sebep sonuç ilişkisi içerisinde cereyan eder. O nedenle ayette “Biz onun için yeryüzünde bir iktidar hazırladık ve ona her şeyin bir sebebini verdik. Böylece o, bir sebebe tabi oldu.”, buyrulmaktadır.[8] Bilim ve bilim kuralları, hep birbirine bağlı bir çeşit sebep sonuç zincir halkalarının bir bileşkesinden ibarettir. Onun için bilim demek, kâinat içinde meydana gelen olayların sebep, oluş, sonuç ve etkileri konusunda aklın ölçüleri çerçevesinde, tahsil ve tecrübe-deneme ile edinilen doğru malumat ve bilgi demektir. Bilim, hayvan, bitki ve cansız varlıkların düzenlerini sağlayan kanun ve kurallardır. 

Netice olarak konuyu özetleyecek olursak kâinat dediğimiz varlıklar âlemi, insan, hayvan, bitki ve cansızlar olarak dört parçaya sahip bir makine gibi çalışmaktadır. Sanki diğer varlıklar hep insanlar için çalışmaktadır. Bu üç çeşit varlık, kendileri için konulmuş olan kural ve kanunlar çerçevesinde durmadan çalışmaktadırlar. Bu bakımdan insanın biyolojik bünyesi de bunlara benzeyip bir robot gibi hep bilim kullarına uyup gitmektedir. Ruh ve beden gibi iki farklı yapıya sahip olan insanoğlunun organları yani beyne bağlı olan faaliyetleri ise kendi serbest iradesine dayanmaktadır. Bu bakımdan acıkmak, susamak ve üşümek gibi olaylar bilimsel, yemek, içmek ve giyinmek ise dinseldirler. Çünkü birinciler irademiz dışında meydana gelmekte, ikinciler ise bizzat serbest iradeyle yapılan işler olmaktadır. Acıkan bir insanın yemek yemesi, din ile bilimin uyum ve ahengini gösterir. Eğer bu kişi bir Müslüman ise onun domuz eti yemeyip koyun eti ile karın doyurması da onun din ile bilim arasında bir denge sağladığını gösterir. İnsanların dışındaki varlıklar, öyle programlanmış olduklarından dolayı kendi aralarında bir birlik, uyum ve ahenge sahiptirler. İnsan da önce din ile bilim arasında sonra da toplumda var olan dini, ilimi, içtimai, idari, siyasi, iktisadi ve ailevi kurum ve alanlar arasında denge sağlarsa birliğe ulaşmış tevhide ermiş olur. Bize göre insanın mutluluğu, kurumlar ve alanlar arasındaki dengenin kurulmasına, uyum ve ahengin bulunmasına bağlıdır. Onun için Halik ve mahlûk dengesine, dünya ve ahret dengesine, yöre ve küre, birey ve toplum, fert ve devlet, din ve bilim dengesine ve dengelerine ihtiyaç vardır. Yoksa insanoğlu bu eksik ve aksaklıklar içerisinde, bir takım arıza ve çelişkiler, çarpık ve bozukluklar ortamında mutlu olamaz.



[1] Rahman 55/ 7

[2] Şükrü Baban, İktisat Dersleri,  İst. 1942, Kenan Basımevi, s, 5

 

[3] Hasan Ali Yücel, Felsefe Dersleri, M. E. Basımevi, İstanbul-1966, s, 13

[4] Paul A. Samuelson, İktisat, Menteş Kitabevi, İstanbul-1970, s, 10

[5] Şükrü Baban, İktisat Dersleri, s, 7

[6] Tahsin Görgün, İslam Ansiklopedisi, İbn Haldun Maddesi.

[7] İbn Haldun, Mukaddime, II, 105-137

[8] Kehf 18/ 84-85


*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.