.

KURAN ve SERBEST PİYASA EKONOMİSİ


Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*

  

 Bu makalemizde öncelikle Kuran ve ekonomi arasında nasıl bir ilişkinin var olduğunu anlamaya, sonra da Kuran bağlamında serbest piyasa ekonomisinin izlerini sürmeye çalışacağız. Hemen söylemeliyiz ki, muhatabı insan olmakla beraber Kuran-ı Kerim, Allah, melek, Peygamber, ahiret, insan, hayvan, bitki ve cansız varlıklardan bahseden ve kâinatı tanıtan ilahi bir kitaptır. Yani Kuran, var olan, varlığı duyularla anlaşılabilen her şeyden söz ettiği gibi, duyular ötesi varlık ve olgulardan da bahseder. Bu bakımdan Kuran’ın bir ekonomi kitabı olduğunu söyleyemeyiz ama Kuran’da ekonomi var mı, yok mu gibi bir soru sormanın da abesle iştigal olduğu görüşündeyiz.

Ekonomiye gelince, yerli ve yabancı kaynaklarda ekonominin onlarca tarifi yapılmakla beraber biz ekonomiyi, ilgili olduğu şeyleri bünyesinde toplayan, başkalarını ise dışarıda bırakan bir tarif olarak, “çalışma ve yaşama ilmi” ya da “çalışma ve yaşama düzeni” diye tanıtmak istiyoruz. Ekonomi, bugünkü medeniyet tarafından bağımsız bir bilim dalı olarak ayrılmakla birlikte, bize göre, daha henüz onun kanun ve kuralları tamamlanamamış olup belki eksik ve aksaklıkları daha çok olan bir alandır, diyoruz ve bunu iddia ediyoruz. Zaten bizce Rönesans Medeniyeti eşyada başarılı olurken, insan ve insan bilimlerinde başarısız kalmıştır. Bir örnek vermek gerekirse, Batı medeniyeti üretim ve tüketimi alabildiğine hızlandırmıştır. Fakat bugün ülkemizde olsun dış dünyada olsun, uygulanmakta olan vergilerin hiçbirisinin bilimselliği, akılcılığı, mantıkî tutarlılığı, insaf ve insaniliğinin var olduğunu söyleyebilmek mümkün gözükmemektedir. Batı medeniyetinin hümanistliğinden söz edilebilir, bu bakımdan onun insan merkezli bir sistem olduğu da kabul edilebilir. Fakat burada söz konusu edilen hümanizmin, ilahi ve değersel olanı dışlamaktan ibaret bir insancılık olduğunu hemen söylemek durumundayız; çünkü onun insancıl olduğunu söylemek gerçekten cahil olmayı gerektirir. Bu nedenle batının ekonomi anlayışını sadece İslamî anlamda sorgulamakla yetinmememiz, aynı zamanda insanî anlamda da sorgulamamız gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü İslam’a sığdıramadığımız bir düşünce veya sistemi insanlığa da sığdıramayız. Çünkü İslam, fıtrat dinidir. Bundan dolayı medeniyet ve hayat Allah merkezli olduğu kadar da insan merkezlidir, diyebiliriz. Kaynağı itibariyle ilahî, hedef kitlesi itibariyle insanîdir. Dolayısıyla din, insanı yönlendirmek ve hayatını düzene koymak için gelmiştir ki, buna ekonomik hayat da dâhildir. Bu nedenle Müslümanların yaşadıkları hayatta haramların ve helallerin önemli bir kısmının ekonomik alanla ilgili olduğunu söyleyebiliriz. 

 

1.    Kuran’ın Ekonomik Prensipleri ve Kapitalist Sistemle Mukayesesi

Burada konuya girmeden önce bakış açımızın iyi anlaşılması ve bu yazının bizim anladığımız ekonomik dünyanın yörüngesinde faydalı bir şekilde dönebilmesi için, bazı öngörülerimizin olması gerekir. Bu bakımdan dünya veya kâinat, doğal-ilahi bir düzene sahiptir. Sanki insan, sahibi Allah olan ve tüm kanun ve kuralları Allah tarafından konulmuş olan bu kâinat fabrikasında bir işçi olarak çalışmaktadır. Bu işçiye düşen, araştırmalar yaparak, fabrikanın çalışma düzenini anlamak ve şartların öngördüğü doğrultuda çalışıp üretmektir. İnsan için bilgi edinme vasıtası ve alanı, din ile bilim kaynaklarıdır. Bilim, duyularımıza hitap eden, laboratuara girebilen madde ve olayların kanun ve kurallarıdır. Din ise içimize hitap eden ve kabullerimize dayanan hareket ve davranışlarımızın kaide, kanun ve kurallarıdır. Onun için insan, din ile bilimin kesiştiği, iç içe geçtiği düzlemde yaşayan bir varlıktır. Çünkü insanın bünyesinde iradeli ve iradesiz hareket ve davranışlar toplanmış bulunmaktadır. İnsan acıkır, terler, yorulur ve üşür; yani onda irade dışı olaylar cereyan eder. Bunlar din değildir ve din açısından bir sevaplığı ve günahlığı yoktur. Fakat yemek, içmek, giymek, çalışmak ve üretmek hep irade ile yapıldıklarından dinin alanına girer ve dinin sevap günah, doğru yanlış faydalı ve zararlı diye değerlendirmesine tabi tutulur. Çünkü dinin, bir başka tarifi de iradeye dayanır; onun için irade ile yapılan her türlü hareket ve davranışlar dinidir ve adeta bunlar, dinin bir toplamından ibarettir. Zira insan irade ile yapmış olduğu her türlü hareket ve davranışlarından öbür dünyada sorguya çekilecektir.   Bu eylemler ise faydalı ve zararlı oldukları gibi, doğru ve yanlış, sevap ve günah da olabilirler. İşte insan, ekonominin madde ve eşyaya bakan tarafını ilimden, insana, birey ve topluma bakan tarafını da dinden öğrenerek bunları, birleştirir ve böylece çalışma ve yaşama düzenini kurar. Din ile bilimin kuralları, Allah tarafından konulmuş olup insana düşen görev, bunları bulup uygulamak, payına düşen yetki ve sorumluluk çerçevesinde araştırıp geliştirmektir. 

Onun için birey ve toplum olarak insanın, bu kurulu düzeni olumsuz yönde etkileyecek şekilde müdahale etmeye, hakkı ve yetkisi yoktur. İnsanların istek ve arzuları din olmadığı gibi, bilim de olmaz. Çünkü insan hayatı, kâinatın bir parçası, ekonomi de insan hayatının bir parçasıdır. Zira kâinat, bir kanunlar ve kurallar toplamının bileşkesi üzerinde yürümektedir. Hem bunlar hep birlikte birbiriyle bir şekilde irtibatlıdırlar. Zira güneş bile insana musahhar (yani bedelsiz, ücretsiz ve karşılıksız bir şekilde üretim yapmakla görevli) kılınmıştır. İnsan vücudu, nasıl dengelerden ibaretse, insan hayatında da doğal-ilahi dengeler vardır. Maalesef bugünkü medeniyet, insan hayatındaki alanların ayakta kalması ve denge kurulması için yapay sınıflar ve suni taraflar oluşturmaya çalışmış, fakat bunlar, ekonomide fayda yerine zarar da getirmiştir, diyebiliriz. Bu sebeple bize göre özellikle sosyal bilimlerde terim, tarif ve tasnifler yeniden ortaya konmalı, kâinat kitabı yeniden okunmalıdır.

İnsan vücudunda, tıpkı kâinat ve ekonomik hayatta olduğu gibi üretim, tüketim, iş bölümü ve paylaşım bulunmaktadır. Üretime tüm solunum, sindirim, kan dolaşımı ve boşaltım sistemleri birlikte katıldıkları için tüketime de yine birlikte katılmaktadırlar. Mesela üretilmiş bir mal olan kan, öyle bir şekilde paylaşılmaktadır ki, bünyede kavga-dövüş olmadan, sınıf düşmanlığı yapılmadan, grev ve lokavt gibi hak alma savaşlarına hacet kalmadan, bu sayede herkes kendi ihtiyacını en güzel bir şekilde tatmin etmektedir. İşte Müslümanlar da ilim ve din ışığında, Kuran ve sünnet aydınlığında bu vücut misali böyle bir ekonomik düzeni inşallah yeniden kuracaklardır.

Kuranda “Allah, alış verişi helal, faizi haram kılmıştır” (Bakara 2/ 275) buyrularak, İslam ekonomisinin hem kapitalizm/liberalizmden hem de komünizm/sosyalizmden farklı olduğu, ortaya konmuştur. Kapitalizmde bunların her ikisi de serbest, komünizmde her ikisi de yasak olduğu halde,  İslam kâr ve ticaretin serbest, faizin ise yasak olduğunu bu ayetle ilan etmiş oluyor. Başka bir ayette de “Ey iman edenler, mallarınızı aranızda karşılıklı rızaya dayanan bir ticaret dışında haksız sebeplerle yemeyin” (Nisa 4/ 29) buyrularak, serbest piyasa ekonomisine işaret edilmiştir. Çünkü mal alım satımında taraflarda karşılıklı “rıza” şartı aranmaktadır. “Rıza” ise Taberi’nin dediği gibi, gönülde meydana gelen hoşnutluktur (İhtilaf-ul Fukaha, s. 146). Bu ise ancak arz talep dengelerinin kendiliğinden kurulduğu, üretim ve tüketime müdahale edilmediği bir sistemde ve piyasaya baskı yapılmayan, hele taban ve tavan fiyatlarını belirlemeyen ve hükümetler tarafından narh konulmayan bir serbest ekonomi alanında gerçekleşebilir. Ancak burada serbest piyasa ekonomisi derken de İslam ekonomisinin bütün alan ve katmanlarıyla nevi şahsına münhasır, süi jenerist bir sistem olduğunu söylemeliyiz.   

İslam’da üretimde mülkiyet esastır. Çünkü Kuran-ı Kerimde “İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” (Necm 53/ 39), buyrulmaktadır. Onun için herkes ürettiğine sahip olacak ve sahibi olduğu malı da mesela bir tüccar, ihtikâr yapmadan, piyasa fiyatı ile satacaktır. İnsan, emeğine de sahiptir; onun için işçilerin emeklerini pazarlayan işçi sendikalarının İslam düzeninde yeri yoktur. Yalnız burada önemli olan bir nokta daha vardır. Üretimi gerçekleştirenler, ürettikleri mallara sahip olurken, tüketim ise o üretimin yapıldığı topluma aittir. Yani bu demektir ki, bir malda, o malın üretilmesinde çalışsın veya çalışmasın herkesin hakkı bulunmaktadır. Onun için İslam Toplumunda herkesin yaşama hakkı vardır. İşte Hz. Peygamber, zıt gibi görünen iki hadisinde bunu ifade buyurmuştur. Hz. Peygamber, bir taraftan devletin hukuki olarak, cebir ve zor ile alacağı hakkı ifade ederek "Gerçekten malda zekâttan başka hak yoktur." (Ibn Mace Zekât, 3) buyururken, diğer taraftan da bireyin kendiliğinden dini, ahlaki ve vicdani bir hak olarak vereceği bir sadakayı kastederek de "Gerçekten malda zekâttan başka bir hak vardır." (Tirmizi, Zekât 27, No: 659; Darimi, Zekât, 13) buyurmuştur. Ahmed Naim, bu iki hadisin uyumunu şöyle sağlamıştır. Tirmizi’nin hak vardır rivayeti, sadakaya (yani Allah rızası için fakirlere yapılan karşılıksız yardım ve her türlü iyilik), İbn Mace’nin de hak yoktur rivayeti zekâta (yani İslam devletinin aldığı vergiye) hamledilir (Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih, I, 314).

Muhammed Hamidullah, zekât kelimesi hakkında “ İslam kültüründe ise zekât tabiri, her yıl devlete verilen vergi anlamında kullanılmıştır” (Modern İktisat ve İslam, İstanbul–1963, s. 17) demek suretiyle, zekâtın İslam devletinin bir vergisi olduğunu ifade etmiştir. “İslam ve Çağdaş Vergi Anlayışının Eleştirisi” adlı araştırmamda da bahsettiğimiz gibi vatandaşla devlet arasındaki en önemli bağ ve irtibat vergidir (www.enfal.de). Çağımızda çocukların evcik oynadıkları gibi devlet yönetmek moda olduğu için, vergiler de hükümetlerin elinde bir oyuncak enstrümana dönüşmüştür. Ne yazık ki, Rönesans medeniyeti, devleti ve onun fonksiyonlarını tam tanıyamadığı için, devlet ticari bir şirket mi, para ve ücretle çalışan bir kuruluş mu, yoksa doğal bir aile olarak vatandaşlarına karşılıksız hizmet eden bir uzviyet mi bilememiştir ve bilememektedir. Ekonomi kitaplarında verginin doğru dürüst bir tarifini ve niçin alındığının gerekçelerini açıklayıp anlatan anlamlı cümleler bulunamamaktadır. Biz Hz. Peygamber’in, “Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhari, Edeb 27; Müslim, Birr 66) hadisine dayanarak, toplumun ve devletin sosyal sözleşme ile değil, organik bir toplum olarak, devletin aile gibi doğal bir uzviyet olduğunu kabul ediyoruz. Nasıl ki bir aile, kendi üyelerine hizmetini karşılıksız götürüyorsa, devlet de vatandaşlarına görev ve hizmetlerini, ücretsiz ve bedelsiz olarak verecektir. İşte buradan çıkacak netice şudur ki, devlet vatandaşlara vergi aldığı için değil, veli olduğu için ve devlet olduğu için karşılıksız ve bedelsiz hizmet eder prensibi ortaya çıkmaktadır. Eğer devlet ücretle çalışan ticari bir kuruluş veya para ile çalışan bir kurum olmuş olsaydı, vergi ile hizmet arasında bir eşitliğin bulunması gerekmez miydi? Hâlbuki böyle bir şeyin varlığı asla düşünülemez. İslam anlayışında devlet velidir; üretime katkıda bulunduğu için vergi alır ve o, bu vergileri toplumun hizmetinde harcar. İşte bunun için İslam Ekonomisinde bütçenin giderler faslı, Tevbe Suresinin 60. ayetinde sekiz sınıf olarak açıklanmıştır. 

İslam ekonomisinde verginin sebebi, üretimdir ve vergi üretimden alınır. Bu, İslam hukuku kitaplarında, fıkıh kitaplarında açıkça ifade edilmiştir. Bu demektir ki devlet, üretime yapmış olduğu katkı karşılığı bölüşümden kendi hissesine düşen payını vergi olarak almaktadır. Hâlbuki bugün vergi adı altında hem üretimden ve hem de tüketimden vergi alınmaktadır. Böylece bilgi toplumu terimlerinin üretildiği bir ortamda zıt iki şeyden aynı neticenin çıkarılması, bilime ve mantığa daha doğrusu mantıksızlığa uygun gelmektedir! Bu anlaşılır bir şey değildir. Bu kadar çelişki, bilgi toplumunda hem de devletler tarafından uygulanıyor, ekonomistler ise susuyorlar.

Her sistem kendi bünyesi içerisinde çalışır, dediğimiz zaman bundan anlaşılacak şey, ekonomi kendi alanında ahenkli olduğu gibi, toplumu meydana getiren hukuk, ahlâk ve ekonomi gibi alanların da kendi aralarında uyum sağlamaları gerekir. Bunun içindir ki, ekonomik olarak üretilecek malların dinen de meşru ve mubah olması ve hatta ahlaka uygun düşmesi gerekir. Oysa Rönesans medeniyetinin veya kapitalizmin ekonomi anlayışı ahlâk dışıdır. Bu konuda Şükrü Baban, İktisat Dersleri adlı eserinde aynen şöyle demektedir: “İktisat, hadiseleri sırf fayda zaviyesinden mütalaa eder. Hâlbuki aynı hadiseyi adalet bakımından tetkik edersek hukuk olur. Ahlak bakımından düşünürsek “ahlak” olur. Bir esrarkeş için afyon faydalıdır. Bu anlayış, -iktisatta ihtiyacı karşılayan her şey faydalıdır- prensibine uyar. Fakat ahlâken bu doğru olmayabilir.” (s. 7). Bu düşünce tarzı çok yanlıştır. Çünkü insan bünyesindeki sistemler, birbirlerine ters düşmezler, uyum ve ahenk içinde çalışmak zorundadırlar. İşte toplumdaki alanlar da aslında böyledir veya böyle olmalıdır. Ekonominin evet dediğine bilim veya din hayır diyorsa, hukukun olur dediğine din veya ekonomi olmaz diyorsa böyle bir toplumda alanlar arası uyum sorunu var demektir. Neticede bu toplumda sağlıklı bir ekonomi, sağlıklı bir hukuk ve sağlıklı bir dini hayat olamaz. Zira bir organ hasta olduğu zaman bütün vücut ve bünye hasta olur.  

Eğer ekonomik hayat, dinin emir ve nehiylerine uyum sağlamazsa İslam’a göre böyle ekonomi sağlıklı olmaz. Mesela insanlar, iş buluyor, alıp satıyor ve kazanıyor diye İslam ekonomisinde içki Müslümanlar tarafından üretilemez. Çünkü Kuran’da “Ey iman edenler; şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal okları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz. Şeytan şarap ve kumar yolu ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak istiyor. Artık vazgeçtiniz değil mi?" (el Maide, 5/90–91), buyrulmaktadır. Bundan dolayı Hz. Peygamber de içkiyi üretenin, ürettirenin, içenin, taşıyan ve taşıtanın, dağıtanın, satanın, bundan gelir elde edenin, satın alanın, ikram edenin ve parasını yiyenin lânetlendiğini bildirerek bu tür insanları ağır bir şekilde kınamıştır (Ebû Dâvûd, Eşribe, 2; Tirmizî, Büyû’, 58; İbn Mâce, Eşribe, 6).

 

Ayrıca bugün hemen hemen dünyanın çoğunda teori ve pratik olarak yürürlükte olan kapitalist sistemin gelir dağılımında para da kiraya verilmektedir. Hâlbuki bu, kira bedeli olan ve faiz denilen şey, hiçbir şeyin karşılığı değildir. Çünkü kâğıt para denilen şeyin bizatihi değeri yoktur, o, bir mal gibi bir ihtiyacı giderme özelliğinden uzaktır; ikinci olarak da para kullanılmakla yıpranmaz. Kira bedeli denilen şey ancak yıpranmanın karşılığıdır. Kapitalist anlayışların baş göstermeye başladığı XVI. Y.Yıla gelinceye kadar faiz, hiçbir din, hiçbir felsefe, hiçbir şahıs ve hiçbir kurum tarafından meşru görülmemiş, yasaklanmış ve haram kılınmış olduğu halde, ilk defa o, dünyada bir Fransız din reformcusu, kalvenizmin kurucusu Jean Calvin (1509–1564) tarafından meşru sayılmıştır. Calvin'in faizi meşru saymasından sonra Calvinistlerin beşiği olan Cenevre medeni kanunu, faizi yasallaştırdı. John Knox İskoçya'da ve 8. Henry İngiltere'de faiz yasağını kaldırdılar... Calvin’den 50 yıl sonra Calvinist liderlerden Claudius Salmosius ise faizin önündeki bütün engelleri kaldırdı. Ancak bu noktada şunu belirtmeliyiz ki, bu gün dünyada faiz işletmeciliğinin önde gelen dindarları Yahudilerdir ve Tevrat’ta onlara sınırlı bir izinden söz edilir. Sadece Yahudi olmayanlardan faiz alınabileceği, Yahudi’den asla faiz alınamayacağı yazılmıştır (                ) ki, bu muharref Tevrat’ın sömürgeci karakterine bir işaret kabul edilebilir. Sömürgecilerin kendilerine reva görmediği kötülükleri başkalarına mübah sayan karakteri, buradan kendine yozlaşma eseri de olsa dini bir temel bulabilmektedir.

Faizi meşru göstermeye çalışan batılı ekonomistler, bu konuda çok uğraş vermişlerdir. Enver İkbal Kureşi, “Faiz Nazariyesi ve İslam” adlı doktora tezinde bunların en makulü gibi görünen şu düşünceyi ileri sürdüklerini anlatır. Kişi, bir miktar parasını birisine veya bankaya mesela bir yıl süreyle verdiği zaman, bu zaman zarfında o parasını kullanma hakkından vazgeçmiş demektir. İşte bu kişi, parayı kullanma hakkını bir yıl ona vermiş ve kendisi bu zaman boyunca kullanmadan mahrum kalmıştır. İşte faiz, bunun karşılığıdır, demişlerdir. Makul ve mantıklı gibi görünen bu açıklama, aslında para kullanılmakla yıpranmadığı ve dolayısıyla değerinden bir şey kaybetmediği için bu açıklama yetersizdir. O zaman biz de şöyle deriz, bu para öyle bir araçtır ki, kendisine bir eylem, bir risk veya buna benzer bir şey ilave edilmedikçe bir değer meydana getiremez. Bu parayı veren kişi, bunu birisine veya bankaya değil de kendi dolabına koysa, bir yıl sonra dolabını açıp baksa parası üreyip çoğalacak mıdır? Burada parayı dolaba koymakla, bankaya koymak arasında para sahibi kişi açısından ne fark vardır, hiçbir fark yoktur. Öyleyse dolaptaki para bankada olduğu zaman niçin artıp çoğalsın ki? Faizli düzenlerin bu faiz sebebiyle epilepsi hastalığına tutulmuş insanların kriz geçirdiği gibi krize tutulacaklarını Kuran haber vermiştir. “Faiz yiyenler tıpkı şeytanın çarptığı kimsenin kalkışı gibi kalkarlar. (Yani kriz geçirerek ayakta dururlar.) Bu, onların "Alış veriş de faiz gibidir." demelerindendir. Hâlbuki Allah alış verişi helal, faizi haram kılmıştır.” (Bakara 2/ 275).

Para hakkında İslam ekonomisinde bir başka şey daha vardır. Bilindiği gibi para basma, İslam geleneğinde devletin işidir, paranın (altın ve gümüş para olduğu için) gramı, değeri ve değerinin korunması hep devletin denetimi ve gözetimi altında düşünülmüştür. Böylece para hakkındaki tasarruflar, devletin uhdesinde olurken mal da adeta milletin ve bireylerin olmaktadır. Yani malları millet kendisi hiçbir yer ve makamdan izin ve ruhsat almadan arz ve talep, üretim- tüketim dengesi içerisinde eker, diker, üretir ve pazarlayıp satar. Malların ne üretiminde, ne narhında, ne satımında ne de planlamasında devlet görevli olmadığı gibi, para hakkında da bireyler ve halk görevli değildir; devlet görevlidir. Çünkü Kuranda “namazı kılınız, zekâtı/vergiyi veriniz ve Allah’a güzel bir şekilde borç (karz-ı Hasen) veriniz” (Müzzemmil 73/ 20) buyrulmuştur. Burada “Allah’a veriniz” ifadesi, mecazi bir deyimdir. İslam hukukunda “hukukullah” demek “amme hukuku” demektir. Şahıslara ait olmayıp kamu yararı bulunduğu için bazı haklara bu ad verilmiştir. Bir toplumun nizam ve düzeni, şeref ve bekası, ilerleyip yükselmesi de bu haklara bağlıdır. Bunlara, önemine binaen böyle denilmiş ve Allah’a nispet edilmiştir (Ö. N. Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, I, 226). Yani buradan netice olarak şu çıkıyor ki, bankacılık sisteminde faizsiz banka esas olduğu gibi, özel banka olamaz, ancak devletin resmi bankaları olacaktır.  İslam ekonomisi, bir bakıma dengeler ekonomisi olduğundan bir taraftan, birey-toplum fert ve devlet, alanları itibariyle birbirini dengelerken, diğer taraftan da mal ile para da birbirini dengelemektedir; mal milletin, para ise devletindir.

Hz. Şuayb, Medyen ve Eyke halkının peygamberi idi (Kurtubi, XIII, 135). Medyen halkı puta tapardı. Şuayb Peygamber, onları tevhide davet etti. Onlar, ölçüleriyle, tartılarıyla, kesik, silik ve vezni eksik (enflasyonlu ve fiyatı düşük) paralarıyla daima halkı aldatırlardı (Tecrid, VII, 295–296). Şuayb Peygamber, halkına şöyle demişti: “Ey kavmim, Allah’a kulluk edin. Sizin ondan başka hiçbir tanrınız yoktur. Ölçeği ve tartıyı eksik tutmayın. Ben sizi gerçekten bir nimet (ve refah) içinde görüyorum ve bir gün hepinizi kuşatacak bir azabın gelmesinden korkuyorum. Ey kavmim, ölçüde ve tartıda adaleti yerine getirin. İnsanların eşyasını (mallarını ve paralarını) eksiltmeyin. Bu ülkede bozgunculuk yaparak kötülük etmeyin.” (Hud 11/ 84–85). Bu ayetlere göre Şuayb Peygamber, insanların mallarını alıp satarken bilhassa adalete riayet edilmesi, böylece terazi, metre, litre ve mühürlü ölçekler konusunda haksızlık yapılmaması yönünde uyarmıştır. Ayrıca ve özellikle zamanımızdaki enflasyonu da içine alacak şekilde eşyanın (yani mal ve paraların) değerlerinin düşürülmemesi konusunda da açık açık emirler vermiştir. Hûd suresinde geçen bu ayetlerin bir benzeri Araf suresinde ve Şuara suresinde geçmiştir (Araf 7/ 85–93; Şuara 26/ 176–191).

Bu ayetlere bakıldığı zaman Şuayb Peygamberin, bozulmuş olan bir ekonomiyi düzeltmek üzere gönderilmiş olduğu, yaptığı tavsiyelerden ve aldığı önlemlerden anlaşılmaktadır. Onun yaptığı en önemli şeylerden birisi de enflasyonla mücadeledir. Enflasyon, her türlü haksızlığın ve ahlaksızlığın kaynağı olduğu için, altın ve gümüş paraların etraflarından kırpmak suretiyle enflasyona ve tabii ki, haksızlığa sebebiyet verdiğinden bunu yapanlara Şuayb Peygamber tarafından yasak getirilmiştir. Zeyd b. Eslem’in rivayetine göre Medyen halkı, dirhem ve dinar gibi altın ve gümüş paraların etrafından kesip kırparak, değeri eksik paraları halka sayı ile verirler, halktan alırken de bu paraları tartarak alırlardı. Yine halkın sağlam paralarını alırken sayı ile alıyor; kesilmiş, kırpılmış ve gramajı-değeri düşük paralarını ise tartıya tabi tutuyorlardı. Bu ise insanların mal ve paralarında eksik ve noksanlık yapmak demekti. Onların dirhem ve dinarları yani gümüş ve altın paraları böyle yapmaları mala zayiat vermek ve dolayısıyla haksızlık etmekti. Medyen halkı bu işe son vermedikleri için Allah, onlara azabını gönderip cezalarını verdi (Taberi, Cami’ul Beyan, XII, 102; Aynî XII, 246; Tecrid, VII, 295–296). Yani kaynakların bu ifadesini günümüz deyişine aktaracak olursak, Medyen halkının enflasyon ve paranın değeriyle oynamaktan helak olduğunu söyleyebiliriz.

İbn Abbas’tan gelen bir rivayete göre bunlar, azgın-taşkın bir toplum idi. İnsanlara hep haksızlık yaparlardı. Yabancı bir adam ülkelerine gelse, yol başlarına otururlar, bu yabancı misafirin iyi-sağlam parasını elinden alırlar, senin bu dirhemlerin züyuf-kalp diyerek, parayı kesip kırparlar, sonra da düşük fiyattan ödeme yaparlardı. Bu ise bir haksızlıktı. Aslında onlar, sadece ölçü ve tartıda eksik ve noksan yapmaktan değil, her türlü mali haksızlıktan menedilmiş oluyorlardı (Bkz. Alusi, Ruh-ul Meani, VIII, 177).

Kurtubi tefsirinde ise şöyle denilmektedir: Onlar, dirhem ve dinarları kırpıp kesmekten yasaklandılar ve bu yasağı dinlemedikleri için de helak oldular. Kendilerine haksız menfaat sağlamak için sağlam paraların etrafından kırpıyorlardı. Sağlam paraları sayı ile alıp verirken, kırpılmış paraları tartı muamelesine tabi tutuyor ve tartıda eksiklik yapıyorlardı (Kurtubi, el-Cami li-Ahkâm-il Kuran, IX, s. 88). Onlar, peygamberleri Şuayb’i dinlemedikleri gibi, üstelik alay ederek küstahça şöyle diyorlardı: “Ey Şuayb, atalarımızın taptıkları şeyleri terk etmemizi yahut mallarımızda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi, sana namazın mı emrediyor?” (Hud 11/ 87). Onlar, böylece biz, mallarımızı dilediğimiz gibi kullanırız; keseriz, atarız, yakarız, istediğimizi yaparız, demişlerdi (Taberi, Cami’ul Beyan, XII, 102). Hâlbuki kilo ile veya hacim ölçüleriyle ya da başka ne tür ölçülerle ölçülen bir mal olursa olsun, insanlara bütün haklarında hiçbir eksik ve noksanlık yapılmadan ödeme yapılması gerekir (Taberi, XII, 99; XIX, 108).

 

2. İslam ve Serbest Piyasa Ekonomisi 

 

Bu ayetlerde görüldüğü gibi, insanların sahip oldukları mallar üzerinde istedikleri şekilde davranma yetkilerinin olmadığı görülmektedir. Çünkü onlar, “mallarımızda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor?”  ifadesini kullanarak, sanki mallarında keyifleri nasıl isterse, diledikleri gibi davranma yetkisine sahipmişler gibi alaylı bir şekilde konuşuyorlar. Buradan anlaşılıyor ki, insanoğlu, mal üzerinde istediği her şeyi yapamaz ve mallarda diledikleri gibi davranamazlar. Çünkü malların kendiliklerinden tabi oldukları kanun ve kuralları yani hukukları vardır. Zira her tabii varlığın üzerinde bulunan tabiat mührü, ilahi güç tarafından basılmıştır. Varlıklar, Yüce Allah’ın rububiyet damgasını taşıdıkları için, onların doğasına konulan bu kanun ve kurallar, ne onlar ve ne de insanlar tarafından aşılıp değiştirilebilir. İnsan hayatı ve tüm canlı ve cansız varlıkların hayatı, Allah’ın iradesiyle programlanmış durumdadır. Onun için Mevdudi, bu ayetin yorumunda “Hz. Şuayb’in kavminin sahip olduğu şeyleri keyfince tasarruf edebilme talebi, hayatın dini ve dünyevi şeklinde iki ayrı kategoriye ayrılması teorisine yeni bir şey eklenmediğini göstermektedir.” demiştir (Tefhim, II, 418).

Elmalılı merhum da konuyla ilgili olarak şunları yazmıştır: Onlar yalnızca Allah'a ibadet edip, türlü türlü mabutlara kul olmanın kısıtlanmasını ve ticaretle siyasette hukuk ve ahlâk kurallarına riayet etmeyi, hürriyete engel ya da budalalık sayıyorlardı. Hz. Şuayb onlara, mallarınızda istediğiniz gibi tasarruf etmeyin, demiş değildi; "İnsanların mallarına haksızlık etmeyin." demişti. Bu ise hürriyeti engellemek değildi, tam aksine hakları ve hürriyetleri tesbit ve teyid etmekti. Çünkü herkesin malları ve hakları güvence altına alınmadıkça zaten kimse hakkından emin olamaz, mallarında dilediği gibi tasarruf edemezdi. Fakat onlar insanların mallarını kendi malları imiş gibi kabul ediyor, güçlerinin yetebildiği kadar haksızlık yapmaktan geri kalmıyorlardı. Hakka, hukuka ve adalete riayet etmiyorlar, haramdan sakınmıyorlardı. Fesatçılıktan çekinmeleri gerektiği konusunda Şuayb’in (as) uyarılarını da kendi serbestliklerine engel sayıyorlardı. Böylece bir taraftan putlara tapıyor, bir taraftan da Allah'a karşı kibir ve gurur taslayıp namazı hor görüyorlardı. Aslına bakılırsa hürriyet ve ticaret adı altında hilekârlık, haklara saygısızlık, terbiyesizlik ve küstahlık ederek vahiy ve nübüvvete ukalâlık demek, günümüz kâfirlerinde de en çok görülen cahiliye devri hastalıklarındandır. Bu bakımdan günümüz insanları, Şuayb kıssasını ve Medyen ahalisinin akıbetini çok dikkatle ve ibretle incelemelidirler (Elmalılı, Hak Dini, IV, 561–562).

Dini korumak, aklı korumak, canı korumak, nesli korumak ve malı korumak gibi görevler, Cüveynî’lerden (419–478/ 1027–1098) Gazalî’lere ve Şatıbî’lere kadar hayatın vazgeçilmez unsurları ve zaruri prensipleri olarak görülmüştür. Bu beş prensipten biri olan malı koruma, sadece hırsızlığın yasaklanmasından ibaret değildir. Bu, baştan sona tamamen ekonomik alanı kapsayan bir kanun ve kurallar bütünlüğü ile malın doğal hukukunu uygulayarak onu korumaktır.

 Burada bir başka ilginç olgu da ekonomik alanın, zaruri alanların 1/ 5 i veya % 20 oranında bir hacme sahip olmasıdır. Aynı şekilde Kuran’da zikredilen ganimetlerin taksiminde devlete verilen nispet de yine 1/5 veya % 20 dir. “Biliniz ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri, Allah’a, elçisine, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir. Allah’ın her şeye gücü yeter.” (Enfal 8/ 41). Biz buradan ekonomik alanın tüm hayatın 1/5 oranında bir alana, zaman ve zemine değer ve kıymete sahip olduğu gibi, devletin de ekonomide ancak bu kadar bir yetkiye sahip olduğunu kabul ediyoruz. Bu demektir ki, İslam ekonomisi % 80 özel teşebbüsün serbest alanı, devletin ise % 20 kadar bir resmi alanı vardır, diyebiliriz. Onun için biz, Kuran’ın önerdiği ekonominin veya İslam ekonomisinin kendine has bir serbest piyasa ekonomisi olduğunu, söyleyebiliriz.

Burada serbest piyasa ekonomisi derken açıklamamız gereken önemli bir husus vardır ki o da bu ifadenin bir batı patenti ve Rönesans medeniyeti damgası taşıyan bir deyim olmasıdır. Batının terim ve tarifleriyle, onların ürettiği düşünce ve fikirlerle İslam düzenine ulaşamayız. Yani İslam ekonomisin serbestliği ile batının serbest piyasa ekonomisi benzer tarafları olsa bile, mutlaka farklı tarafları da vardır. Aslında batının serbestlik anlayışı, bireyin, devletin buyruk alanından kurtarılması anlamını taşır. Eğer tabir caizse batı anlayışı fert ile devleti tam yerine oturtamadığı için, onların anlayışında halk ile devletin kavgalı olduğunu söyleyebiliriz. Oysa İslam’da asla böyle bir şey düşünülemez. Çünkü farz-ı ayın bireyin, farz-ı kifaye ise toplumun (kamunun) görevidir; bunların birisi ferdin işlevi diğeri ise toplumun işlevidir. Ferdin de devletin de haklarını korumakla görevli ve yetkili olan da devlettir. Hatta ABD’de bile siyasi hayatta cumhuriyetçiler ve demokratlar ayrımı bu karşıtlığı ve çelişkiyi açıkça gösterir ve tabii ki, bu yanlıştır. Devleti bir evin tavanına benzetirsek, bunun tabanı da halk olur. Şimdi böyle bir evde oturanların bir kısmı evin çatısını tutuyor ve onun taraftarı oluyor, diğer kısmı da tabanını tutuyor ve evin temeli taraftarı oluyor. Böyle bir şey olabilir mi, tavansız veya temelsiz bir ev bulunur mu? Onun için İslam toplumunda birey, hem fertçi hem de devletçi olmak durumundadır. Bu olay, bir ailede yaşayan kişiye benzer. Ailenin bir üyesi, hem kendisine ve hem de ailesine değer vermek, dikkat etmek ve düşünmek zorundadır ve bunların her ikisini dengelemek mecburiyetindedir. Dolayısıyla biz, her ilmin, her medeniyetin ve her sistemin kendisine mahsus terim, tarif ve tasniflerinin olduğuna inanıyoruz. Biz Müslümanlar, henüz kendi kelime ve terimlerimizi üretir, kendi toplumumuzu kurar hale gelmediğimiz için “İslam’da serbest piyasa ekonomisi vardır” türünden yüzeysel genellemeler üretmek ve piyasadaki kelime ve terimleri kullanmak durumunda kalıyoruz. Eğer serbest piyasa ekonomisinde özel banka açma gibi bir hak veya uygulama varsa ve bu serbestliğin bir gereği ise İslam ekonomisinde böyle bir serbestliğin olmadığını ve İslam’da bankaların devletin olduğunu ifade etmek zorundayız. 

 

Serbest piyasa dediğimiz zaman burada “piyasa” kelimesinin aslı İtalyanca “piazza” kelimesinden gelir. Bu kelime ise meydan, çarşı ve piyasa manalarına ifade eder. “Pazar” kelimesinin aslı ise Farsça “bazar”dır ki, “alış-veriş, alış-veriş yeri, üstü açık satış yeri” anlamlarına gelir. Türkçede her iki kelime de Fransızca “marché”, İngilizce “market” terimlerinin yerinde kullanılmaktadır (H. Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, İst. 1960, s. 197, dip not:2). Serbest piyasa ifadesi, tamamen batı düşüncesini ve ekonomi anlayışını yansıtmaktadır. Zaten bunu öyle anlamalı ve öyle de kabul edilmelidir. Zira klasiklerin ifade etmek istedikleri bir serbestlik anlamında İslam’da serbest piyasa var veya yok demiş olsak, hata etmiş oluruz. Çünkü klasik bir iktisatçı ile Müslüman bir iktisatçının dile getirdikleri, serbest piyasa aynı şeyler demek değildir.

Bu terimler konusunda Samuelson, çok dikkat çekici bir açıklamada bulunmuştur. Onun şu değerlendirmeleri, batı medeniyetinin sosyal bilimlerde, belki özellikle ekonomideki aczini itiraf etmesi olarak değerlendirilebilir. Zaten bize göre batı dünyası, ekonomiyi terim, tarif ve tasniflerini tamamlayarak bir bilim haline getirememiştir. Samuelson, özellikle sosyal bilimlerde “terimlerin zulmü”nden kendimizi korumamız gerektiğini söyledikten sonra, “Aynı kavram için iki ayrı terim kullanmamalıyız, farklı iki olayı da tek terimle göstermemeliyiz.” diyor ve şöyle bir örnek vererek meseleyi anlatmaya çalışıyor. “Krizin meydana gelmesine sebep, aşırı tasarruf olduğunu iddia eden Jones, Robinson’a şunları söyler: ‘Yanlış düşünüyorsun, hakiki sebep eksik tüketimdir’. Bunları dinleyen Schwartz da işe karışarak ‘ikiniz de saçmalıyorsunuz, hakiki sebep eksik yatırımdır.’ diyebilir. Hâlbuki bunlar bir an için tartışmayı bırakıp kullandıkları terimleri tahlil ve mukayese etselerdi, şeklen farklı gözüken bu üç iddianın da aynı olduğunu, aradaki farkın terim karışıklığından meydana geldiğini anlayacaklardı.” (Paul A. Samuelson, İktisat, s. 10). 

Modern ekonominin terimleri ile İslam ekonomisinin terimleri de birbirinden farklıdır. Mesela bunun en güzel örneği “mal” kelimesinde görülmektedir. İslam hukukunda veya ekonomisinde bir şeyin mal sayılabilmesi için, onun dinen meşru ve aynı zamanda bir ihtiyacı giderebilecek kadar bir güce sahip olması gerekir. Buna göre Müslüman için haram kılınmış olan şarap ve domuz eti mal sayılmadığı gibi, üç beş buğday tanesi de en küçük bir ihtiyacı gideremediği için mal kabul edilmez (Bkz. İbn Abidin, IV, 3; M. Mutahhari, İslami İktisadın Felsefesi, çev: Kenan çamurcu, İst. 1995, s. 33; Mecelle, 126 ve 127. maddeler).

“Serbesti” kelimesi aslında iktisat tarihinde bir ekolün adıdır. Bu ekole klasik mektep adı verildiği gibi, serbesti mektebi de denir. Bu ekol mensupları, devletin ekonomiye müdahalesini kabul etmezler; bireyin serbestliğini savunurlar (İbrahim Fadıl, İktisat, İst. 1928, s. 43–45). Bunlar, Merkantilistlere bir tepki olarak ortaya çıkan Fizyokratların doğal-ilahi kanun fikrini geliştirerek, bireylerin serbest olmasıyla, ekonomiyi “görünmeyen bir elin” yöneteceğini ileri sürmüşlerdir. Fizyokrasi ekolüne mensup Gournay’ın bulduğu “Laissez faire, Laissez passer” (Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) sözü, serbesti ekolünün bir sloganı haline gelmiştir (Feridun Ergin, Ak İktisat Ans. S. 355). Doğal olarak insanlar, ekonomide bu serbestlik düşüncesine bir takım ekonomik merhalelerden sonra, yasaklama, kısıtlama ve müdahalelerin zararlarını gördükten sonra ulaşabilmişlerdir.

İnsanlığın maddi ve manevi olarak yükselmesinin ancak bireyin çabası ile mümkün olabileceğine inandığı için serbesti ekolüne aynı zamanda ferdiyetçilik de denilmiştir (İbrahim Fadıl, İktisat, s. 45). Aslında modern ekonomi, bir toplum ekonomisi olarak doğmuş veya başka bir ifade ile devlet ekonomisi olarak ortaya çıkmıştır. XV. Y.Y.dan sonra orta çağdaki derebeylikler yavaş yavaş yıkılıp merkezi büyük devletler kurulmaya başlayınca ekonomi de hemen siyasetle/devletle irtibat kurmaya başladı. Nitekim çok geçmeden Antoine de Monchretien adındaki bir Fransız iktisatçı, ilk defa siyaset ve ekonomi kelimelerini birleştirerek, 1615 yılında “Economie Politique” (yani siyasi iktisat) adında bir ekonomi kitabı yayınladı (Feridun Ergin, İktisat, s. 1; Ak İktisat Ans. S. 685; İbrahim Fadıl, İktisat, s. 40). Bu batıda ilk dönemler o kadar toplumcu ve devletçi idi ki, hatta ferdiyetçilik ve liberalizmin temellerini attığı söylenen Adam Smith bile meşhur eserine “The Welt of Nations” (Milletlerin ve Devletlerin Zenginliği) adını veriyordu (Adam Smith, Milletlerin Zenginliği, çev: Haldun Derin, M E Basımevi, İst. 1948).  

Biz, “İslam Hukuku Açısından Serbest Piyasa Ekonomisi” adlı eserimizde Fizyokrasi ekolünü tanıttıktan sonra, hazırlayan şartları ve fikirleri üzerinde durup İslam hukuku açısından bir değerlendirmesini yapmıştık. Fizyokratlar, kâinatta tabii-ilahi bir düzen bulunduğunu, ekonominin bu tabii düzen kanunlarına bağlı olarak çalıştığını ilk defa söyleyen iktisat düşünürleridir. Bu bakımdan fizyokratların önemli ölçüde İslam’a uygun bir düşünce içerisinde olduklarını söylemek mümkündür.  “Çünkü İslam, insanın yaratılışına yerleşmiş ve tabiatın kanunlarıyla birleşmiş olan bir dindir. Tabiat, Allah’ın tekvini kanunu; İslam da teşriî kanunudur. Bundan ötürüdür ki, İslam’ın tekliflerinde akıl ile barışmayan, tabiata aykırı olan bir hüküm yoktur.” (Ahmet Hamdi Akseki, İslam s. LXX (70)).

    Elmalılı da konuyla ilgili olarak şöyle demektedir. Gerçekten Allah Teala, âlemlerin rabbi olduğundan kâinatın hepsinde O’nun kanunları geçerlidir. Kanunlar bazen o kanunu koyanlara ve bazen konularına, ilişkili olduğu şeylere nispet olunur. Mesela “Solon Kanunu”, koyucusuna nispet edildiği gibi, “akar kanunu” da konusuna, yükümlülerine nispet edilmiştir. Tabiat da Allah’ın koyduğu kanunların hükmü altında olduğu için, bunların irade kanunlarının dışında kalanlarına “tabiat kanunları” adı da verilir. Fakat hepsinin koyucusu Allah Teala olduğundan, bunlara Allah kanunları ve ilahi nizam demek elbette daha doğrudur. Bunun için insanlığın hakkı, gerek ilimde ve gerekse dinde kanun koymak değil, Allah’ın kanunlarını arayıp bulmak, keşfedip ortaya çıkarmaktır. Arşimet hidrostatik kanununu, Newton yer çekim kanununu ve Aristo çelişme kanununu koydular demek doğru olmadığı gibi, Ebu Hanife de kıyas ve fıkıh kanunlarını koydu demek doğru değildir. Bu kanunlar onlar tarafından konmuş olsaydı, eğri ve yalan olurlardı. Doğru olmaları, Allah’ın kanununun keşfedilmesine nail olmalarından ileri gelir. Bunun için âlimler, icat eden değil, keşfeden ve ortaya çıkaran kimselerdir (Elmalılı, Hak Dini, I, 126).    

 İslam ekonomisinde üretim, tüketim, mübadele, tedavül ve vergi esasları arasında bir çelişki olmadığı gibi, ayrıca bu ekonomi ile din, ahlâk ve hukuk arasında da bir uyumsuzluk yoktur. Diğer taraftan İslam’ın insan ve topluma önerdiği hayat biçimi ile yerküresi ve kâinat arasında da bir çelişki veya uyumsuzluk değil, tam bir ahenk bulunmaktadır. Yalnız başka sistemlerin kelime ve terimleri İslam anlayışını ifade edemez. Mesela İslam’da serbest piyasa ekonomisi vardır, denildiği zaman bu, liberallerin, serbesti ekolü mensuplarının ve batı anlayışı çerçevesinde bir serbestlik değildir. Batının serbestlik anlayışını biz, kural dışılık olarak görüyoruz. Bunun böyle olduğu onların bilhassa resim, şiir ve edebiyatlarında da açıkça görülmektedir. Hâlbuki İslam’da ve onun önerdiği ekonomik hayatta kural dışılık yoktur. Çünkü ayette “İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanıyor?” (Kıyamet 75/ 36) buyrulmaktadır. Azimet denilen normal hayat ve sağlıklı ortam hep kanun ve kurallar içinde olduğu gibi, ruhsat dediğimiz anormal hayat ve hasta toplum bile hep kanun ve kurallar içerisinde çalışır. Yani varlıklar âleminde kural dışılık yoktur; hasta kişi de ve hasta toplum da yine kurallar içersinde hareket eder ve iyi olmaya çalışır. Tabiata, sosyal ve ekonomik hayata bu kanun ve kuralları koyan Allah’tır. Biz de Allah’ın koyduğu bu kanun ve kuralları din ve bilim yoluyla yani yine Allah’ın istediği metotla bulup onları ekonomik olaylara uygularız.

Onun için İslam, sosyal olaylarda olduğu gibi ekonomik olaylarda sadece irade beyanını yeterli bulmamış, buna ilave olarak tarafların gönülden hoşnut olup razı olmalarını şart koşmuştur. Biz hasta-doktor, öğretmen-öğrenci, devlet-vatandaş ve karı-koca arasındaki ilişkilere sosyal olaylar, diyoruz. Böyle hakların kullanılmasında irade beyanının yeterli olduğunu kabul ediyoruz. Bu konuda İbn Abidin, nikâh, talak ve itak akitleri, rıza şartı bulunmadan, ikrah (baskı ve zorlama) ile geçerlidir. Bir kimse yalandan veya şaka ile nikâhlısını boşamış olsa, hukuken boşanmış olur, fakat diyaneten (ahlâken) boşanmış olmaz”, demiştir (İbn Abidin, II, 421; Kâsânî, V, 176). İnsanların kendi aralarında daha çok mal, emek ve paraya dayanan muamelelerine de ekonomik olaylar diyoruz ki, bunlarda irade beyanından (teknik ifadesi ile icap ve kabulden) sonra bir de rıza şartı vardır. Onun için kişi, emek verip ürettiğine, alıp sattığına ve her türlü ekonomik muamelesine razı olmuş olacaktır. Bugün işçi denilen bireylerin, sözde onlar adına sendika ağalarının, özellikle sarı sendika temsilcilerinin yaptıkları toplu sözleşmelere gönülden hoşnut oldukları söylenebilir mi?

İslam ekonomisinde serbest piyasanın, kendi şartları içersinde oluşturulması için şu esaslar getirilmiştir.

1-Haksız yere insanların mallarını yememek ve ancak onların kendi rızaları ile arada yapılan bir mübadele akdi ve ticaret sözleşmesi ile alış-veriş yapmak gerekir. Bu konudaki ayeti daha önce açıklamış bulunuyoruz.

2- Faiz ve ihtikâr (karaborsa/stokçuluk) yasağı da İslam’ın koyduğu esaslardan birisidir. Faiz, İslam hukukçularının ifadesiyle karşılığı bulunmayan bir fazlalıktır. İnsan vücudundaki kan ne ise ekonomideki mal ve paralar o olduğu için, bunların devamlı tedavül etmesi ve dönüp dolaşması esastır. O bakımdan fazla olarak bir yerlerde meydana gelen yığılmalar ekonomik bünyede kanser gibi şişkinlik yapar, hastalık ve krizlere sebep olur. Bu husustaki ayeti de daha önce yazmıştık.

İhtikâr (karaborsa/stokçuluk), fiyatların yükselmesini bekleyerek, halkın muhtaç olduğu malı satmayıp hapsetmektir (Kamil Miras, Tecrid, VI, 448). Bu konuda hadisler de vardır. Mesela Muaz b. Cebel, der ki: Allah Resulüne ihtikârın mahiyetini sordum. “Kişi ucuzluğun olduğunu duyunca üzülür, pahalılığın olduğunu duyunca sevinir. İhtikâr yapan kimse ne kötü bir insandır ki, Allah fiyatları ucuzlatırsa üzülür, pahalılaştırınca ferah duyar”, buyurdu (Heysemi, Mecmeu’z Zevaid, IV, 101; Mansur Ali Nasıf, et-Tac, Büyu, 2). Mamer ve Ebu Hüreyre’den rivayet ediliyor ki, Hz. Peygamber “Kim Müslümanlara fiyatların yükselmesini arzu ederek ihtikâr yaparsa o, hata etmiştir.”   (Heysemi, a.g.e. IV, 101 ve Et-Tac, Büyu, 2). İhtikâr yapan kimseleri Allah’ın cehenneme atacağı hakkında hadisler de vardır (Bkz. Heysemi, a.g.e. IV, 101).

3- Fiyat koyma yasağı (narh): İslam ekonomisinde fiyat koymak, taban veya tavan fiyatlarını belirleme diye bir şey yoktur. Fiyat koymak, haramdır; genel çoğunluğun görüşü budur. Fakat Malik, bunun caiz olduğu görüşündedir. Fakat bundan maksadın, çarşıda bir adamın ihtikâr yapmasıyla ve fiyatlarda tekel tahakkümü kurmasıyla mücadele için devletin uygun olan bir fiyatı belirlemesi ümit edilir (Mansur Ali Nasıf, Tac, II, 204, dip not: 4)

Hz. Peygamber, fiyatların devlet tarafından tespit edilmesini, enflasyonu önleyici bir tedbir olarak görmemiştir (Bkz. Fazlurrahman, İslamiyet ve İktisadi Adalet meselesi, çev: Yusuf Ziya Kavakçı s. 42). Ömer Nusuhi Bilmen; “Devletin narh koymaması, malların fiyatlarını tayin ve tespit etmemesi esastır. Allah Teala hazretlerinin her işte bir hikmeti vardır. Fiyatların bazen düşmesi, bazen de yükselmesi, sadece doğal şartlarla meydana geliyorsa, bunu normal karşılamak gerekir.” demiştir (Ö.N.Bilmen, Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, VI, 125). Diğer taraftan fiyat koymak, ticari hayatta malların gizlenmesine sebep olabilir. Malların gizlenmesi de fiyatların yükselmesi sonucunu doğurur. Fiyatların yükselmesi de fakirlere zarar verir (Seyyid Sabık, Fıkhu’s Sünneh, III, 105).

 Enes ve Muhammed b. Abdurrahman’dan rivayet ediliyor ki, Rasulullah zamanında bir vakit fiyatlar yükseldi. İnsanlar Hz. Peygambere gelip bizim için fiyat koy, dediler. Bunun üzerine Rasulullah da şöyle buyurdular: “Fiyatları koyan, kıtlık ve bolluk yapan ve rızk veren Allah’tır. Allah’a yemin ederim ki, ben size kendiliğimden ne bir şey verebilir ve ne de men edebilirim. Ben ancak bir hazinedarım; işleri emir olunduğum gibi yaparım; veren ise Allah’tır. Ben, mal, can ve kan hususunda hiç kimsenin hakkını üzerime geçirmeden Allah’a kavuşmak istiyorum” (Ebu Yusuf, Kitab-ül Harac, s. 91; Ebu Davud, III, 272; Tirmizi, III, 605; İbn Mace, II, 741). 

4-İslam ekonomisinde yasaklanan şeylerden birisi de müşteri kızıştırmaktır. Bu enflasyona sebep olduğu gibi, böylece satıcı lehine ve müşteri aleyhine bir durum da ortaya çıkmış olur. Hz. Peygamber “neceş”ten  yani müşteri kızıştırmaktan nehyetmiştir (Buhari, III, 91; İbn Mace, II, 733; Tecrid, VI, 457). Neceş, malı kendisi satın almak istemediği halde, başkalarını teşvik için, alıcı gibi gözüküp de malın fiyatını artırmaktır (Merğınani, el-Hidaye, III, 40; Kasani, V, 233; İbn Kudame, el-Muğni, IV, 160; Molla Husrev, Dürer, II, 177). Fazla fiyat vermek suretiyle müşteri kızıştırarak pahalılığa ve fiyatların yükselmesine böylece haksız kazanca sebep olan bu tür davranışı bazıları tahrimen mekruh saymışlar (Muhammed b. Abdurrahman ed-Dımışkî, Ramet-ül Ümmeh, II, 2), bazıları da helal değildir, diye tavsif etmişlerdir (Bkz. İbn-ül Hümam, Feth-ul Kadir, V, 240).

5- Kuran ve sünnette kâr haddini belirleyen bir delil yoktur. Aslında kâr haddi, arz ve talebin kesiştiği noktada teşekkül eden fiyatın içinde bulunmaktadır. Serbest piyasayı benimsemiş olan bir sistemin fiyat  tayin etmesi ve kâr yüzdesini belirlemesi uygun olmaz. Onun için ayet ve hadislerde “Kâr şu kadar veya bu kadar olur.” diye bir belirleme yoktur. Fakat talep arttıkça fiyatların yükselmesi de doğal olmakla beraber bundan İslam ekonomisinde çok fazla fahiş kârların da meşru olduğu sanılmamalıdır. Toplumun ahlâkî seviyesi, arz-talep dengesi, yer ve zaman farkı, daha birçok faktörler kâr nispetine tesir  ederler. Bu konuda kâr asıl semenin (bedelin) ikide biri nispetindedir, diyenler olduğu gibi (Ö. N. Bilmen, Hukuku İslamiyye, VI, 120), yine narhta 1/ 2 ve 1/3 gibi kâr nispeti verenler de olmuştur (Bkz. Celal, Yeniçeri, Yıllık, s. 212). Ebu Hanife, murabaha alış-verişinde kâr, sermaye kadar olduğu zaman, satışı yapılan böyle bir mal üzerinden tekrar kâr sağlamayı caiz görmemektedir.

Hadislerde kâr haddinin belirlenmesi bulunmamakla beraber bu konuda bize bir fikir verecek örnekler de yok değildir. Mesela Hz. Peygamber, Hakim b. Hizam’a kendisine bir kurbanlık alması için 1 dinar verdi. Hakim, bu 1 dinar ile bir koyun satın alıp sonra bu koyunu 2 dinara sattı. Sonra dönüp bu 2 dinarın birisi ile bir kurbanlık daha satın aldı, diğer dinarı da aldığı koyunla birlikte getirip Hz. Peygamber’e verdi. Hz. Peygamber de bu 1 dinar parayı tasadduk etti ve Hakim’e ticaretinde hayırlı ve bereketli olması için dua etti (Ebu Davud, III, 256; No: 3386). Aynı olay yine Hz. Peygamber ile Urve el-Barikî arasında tekrar etmiştir (Bkz. Ebu Davud, III, 256; No: 3384). Bu her iki hadiste de sermayesi ve maliyeti 1 dinar olan bir malın, 2 dinara satıldığını, yani yüzde yüz, başka bir ifade ile sermaye kadar kâr yapıldığını görüyoruz.

Sermaye ile kâr münasebetini belirten başka bir hadis daha vardır. Hz. Peygamber, tazmin ve tekeffül edilmeyen bir malın kârı helal olmaz, buyurmuşlardır (Ebu Davud, III, 283, No: 3503; İbn Mace, II, 737, No: 2187; İmam Şafii, el-Ümm, III, 70; Serahsi, Mebsut, XIV, 36). Buradaki tazmin ve tekeffül edilmeyen kârdan maksat, kâr-zarar dengesi olmayan, yani riziko taşımayan bir kâr olsa gerektir. Serahsi  bunu bir misalle şöyle açıklamaktadır: Bir kimse mesela 100 liraya bir mal kiralasa, o mala hiçbir masraf ve ilave yapmadan bir arkadaşına veya başka bir kimseye 120 liraya kiraya verse işte bu 20 lira tazmin ve tekeffül edilmeyen, yani riziko taşımayan bir sermayenin kârıdır (Serahsi, XV, 130–131; Krş. Kâsânî, Bedayi’, IV, 206; İbn-ül Hümam, Feth-ul Kadir, V, 215, 265; Şevkani, Neyl-ül Evtar, V, 203 ve devamı).

Riziko taşıyan sermaye olduğuna göre, nimet ve külfet dengesini de nazar-ı itibara alarak, yukarıdaki hadisler ışığında ve Ebu Hanife’nin içtihadından da faydalanarak biz, İslam ekonomisinde en çok sermaye kadar kâr almaya izin verilmiştir, demek istiyoruz. Fakat bundan amacımız, İslam ekonomisinde bir kâr haddinin ve sınırın var olduğunu söylemek değildir.

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, kâr, değişken fonksiyonlu bir olaydır. Zaman, zemin ve şartlara göre bazen düşük bazen de yüksek olabilir. Ancak bizim kanaatimiz odur ki, normal şartlar altında ticari bir malın sermayesinden daha fazla elde edilen kârın, bu fazla kısmı yani yüzün üzerindeki kâr, rizikosuz bir kâr olup meşru olmasa gerektir.

6- İslam ekonomisinde pazara çok önem verilmiştir. Hz. Peygamber, ticaret mallarının pazaryerine gelmeden yollarda satılmaması konusunda  şöyle buyurmuştur: “Satılmak üzere pazaryerine getirilmekte olan ticaret mallarını yolda karşılamayınız…” İslam hukukçuları, Hz. Peygamber’in ticaret mallarını yolda karşılamayı niçin yasakladığının sebeplerini araştırmışlar,  mal sahibi, çarşı ehli ve bölge halkı açısından açıklamalarda bulunmuşlardır.

Mal sahibi, henüz pazaryerine gelmediği için, fiyatlar hakkında bir bilgisi olmadığından, ucuza satmış ve böylece zarar görmüş olabilir. Bu sebeple pazaryerine geldiği zaman fiyatların yüksek olduğunu görüp aldandığını anlarsa malını geriye alıp cayabilir. Karşılamaya gücü yetmeyen çarşı halkı için de malları ikinci elden alacaklarından, kendilerine pahalıya mal olur ve bu sebeple de zarar görürler. Malları yolda karşılayıp alanlar döndükleri zaman ucuza almış oldukları bu malları diledikleri yüksek bir fiyattan satış yaparlar ve böylece bölge halkına da zarar vermiş olurlar. Çünkü müstahsil, malları pazaryerine kendileri getirselerdi, mal el değiştirmemiş ve dolayısıyla fiyatlar yükselmemiş olacaktı (İmam Malik, Muvatta, IV, 307; Şafii, el-Ümm, III, 93; Kâsânî, V, 232; Merğınanî, IIı, 40; İbn Teymiye, el-Hisbe, s. 11; İbn Kayyim el-Cevziyye, et-Turuk-ul Hikemiyye, s. 283; İbn Hümam, V, 239; M. Hüsrev, II, 177; İbn Nüceym, VI, 108; Şah Veliyyüllah, Huccetullahi’l Baliğa, II, 110; Seyyid Sabık, Fıkh-üs Sünneh, III, 119).

7- Serbest piyasaya düşüncesine katkı sağlayacak başka bir hadis daha bulunmaktadır. Hz. Peygamber, “Hiçbir şehirli, hiçbir bedevi namına malını satmasın” buyurmuşlardır (Buhari, III, 94; Müslim, V, 17; Ebu Davud, III, 269). Şu halde şehirliler (yerliler), bedeviler (köylüler) ve yabancılar adına onların mallarını satmamalıdır. İbn Abbas’a bu hadisin manası sorulduğu zaman, “Onlar için simsar olmayın.” şeklinde bir açıklama getirmiştir.

Biz burada Şafii’ye dayanarak şöyle bir açıklama getirmek istiyoruz: Yabancılar, piyasa hakkında bir bilgileri olmadan mallarını pazara getirirler. Bölge halkının da bu mallara ihtiyacı vardır. Fakat onlar yabancı olduklarından dolayı yer bulma, malları taşıma ve buna benzer birtakım sıkıntılarla karşı karşıyadırlar. Halk ihtiyacı olduğu için bu malları satın almak ister. Bunlar da adı geçen sebepler yüzünden hemen satmak isterler. Bu suretle mallar, piyasa fiyatı da öğrenildikten sonra, tam bir arz-talep dengesi içerisinde en uygun bir fiyat ve kârla satılmış olur. Böylece hem satıcı, hem de alıcı kazanmış olur.

Bu malları kendilerinin değil de şehirlilerin ve yerlilerin onlar adına sattığını düşünecek olursak, yerli simsarlar bu malları onlardan ucuz bir fiyatla alıp piyasa fiyatlarının yükselmesini bekleyerek, çok kârla satmak isterler. Böylece onların rızklarına mani oldukları gibi, hem mal sahiplerine zarar vermiş, hem de malları saklayıp pahalı satmakla bölge halkına zarar vermiş olurlar. Bu durumda her iki taraf da zarar edeceğinden, böyle bir alışverişi Hz. Peygamber yasaklamış bulunmaktadır (Şafii, el-Ümm, III, 92; İbn Kudame, IV, 162; İbn Kayyim, s. 308).

8- Fiyatların serbest bir şekilde oluşmasını önleyeceği için Hz. Peygamberin yasakladığı alış-veriş türlerinden birisi de fiyat üzerine fiyat koymak ve pazarlık üzerine pazarlık yapmaktır. Bu konuda Resulü Ekrem “Sizden biriniz, diğer birinin alış-verişi üzerine alış verişe girişmesin. Kardeşi bir malı satın almak üzere iken diğer bir kimse o malı almaya kalkışmasın.” buyurmuştur (Buhari, III, 90; Müslim, V, 12; Ebu Davud, III, 269).  

Bu hadise göre hangi sebeple olursa olsun, kesinleşmiş bir alış-veriş sözleşmesini bozdurmak haramdır. Satıcıyı kışkırtıp satılmış bir malı daha fazla bir fiyat vermek suretiyle ayartıp kendisi almak, yani satıcıya; “Alış-verişi feshet, ben sana ondan daha fazla kâr vereceğim.” demek haramdır (Merğınani, III, 90; Molla Hüsrev, II, 177; İbn Kudame, IV, 161; el-Aynî, Umdet-ül Kari, XI, 257; İbn Hümam, V, 239; İbn Nüceym; el-Bahr, VI, 107; eş-Şevkani, V, 189).

9- Malların teslim alınmadan satışı, piyasa fiyatının dışında başka bir fiyatın doğmasına sebep olacağı için yasaklanmıştır. Bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kim bir yiyecek maddesi satın alırsa, onu teslim alıp kabzetmeden satmasın.” (İbn Mace, II, 749; No: 2226). Bu konuda İbn Ömer’den açıklamalar rivayet edilmiştir. Peygamberimiz zamanında halk, kervan sahibi tacirlerden malı teslim almadan kabzetmeden zahire alırlardı. Sonra Rasulullah, bu tacirlere memur gönderdi. Mallarını zahire pazarına nakledip getirinceye kadar malı oldukları yerde satmalarını yasakladı. Yine İbn Ömer, “Peygamberimiz, iştira edilen hububatı ölçüp teslim edinceye kadar onun kabızdan önce satılmasını yasakladı.” dedi (Buhari, III, 89; Müslim, V, 23; No: 38; Nesai, VII, 287; Tecrid, VI, 437, No: 986). İbn Ömer şöyle devam etti: “Ben Peygamberimiz zamanında götürü pazarlıkla erzak satın alan ve kabız etmeden başkasına satmak isteyen öyle ihtikârcılar, stokçular gördüm ki, onlar bu malları yükleyip nakledinceye kadar dövülürler ve kabız etmeden önce satmaktan men olunurlardı.” (Tecrid, VI, 446, No: 991). Bu hadislere, zahire tüccarının zahire pazarına gelmeden evvel malını satması, fiyatların yersiz yükselmesine sebep olur ve böylece başkasının haksız olarak zarar görmesine sebebiyet verir endişesiyle yasaklanmıştır gibi bir açıklama getirilmiştir (Bkz. Tecrid, VI, 437, No: 986).     

“Mücazefe” yani tartı ve ölçüye vurmaksızın göz kararı ile veya başka bir deyişle götürü pazarlıkla mal almak meşru ve helal görülmüştür. Ancak bu suretle alınan malı kabız ve nakil etmeden başka bir müşteriye satma işi yasaklanmıştır. Çünkü bu ihtikâra sebebiyet veren bir alış-veriş biçimidir. Satın alınan bir malı teslim almadan satış yolu açık bulunursa, bir ambarda depo edilmiş bir mal, yerinden kalkmadan elden ele dilden dile dolaşa, dolaşa sebepsiz olarak fiyatları yükseltir. Buna engel olmak için hadiste satın alınan hububatın kabzı lazım geldiğine İbn Ömer tarafından işaret edilmiştir: “Mücazefe suretiyle alınan malın sahipleri bu mallarını hayvanlara yükleyip pazara götürünceye kadar sıra dayağına çekilirler.” denilmektedir ki, bu malın bulunduğu yerden kaldırılıp nakledilmesi, şeriatın fiyatların yükselmesine mani olmak üzere hedef edindiği kabız ve tesellümdür ve burada hadisin sevk konusundaki biricik amacı budur (Tecrid, VI, 447, 448).

10- Çaresiz kalan kişinin alış verişi de yine serbest piyasaya uygun bir fiyat olmayacağı ve mecburiyet karşısında yapılmış bir satım veya alım sözleşmesi olacağı için yasaklanmıştır. “Bey-i muztar” denilen bu alış-verişin haram olduğu kaynaklarda bulunmaktadır. Hz. Ali’den rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber’in çaresiz kalan kişinin alış-verişini yasakladığı bildirilmektedir (Ebu Davud, Hattabi Şerhi, III, 676).

Satıcı malını, muztar kimseye sattığı zaman, fiyatı yükseltmeden, başkalarına sattığı fiyat üzerinden vermelidir; yoksa alış veriş fasit olur (İbn Ağabeydin, IV, 110). İhtiyacı olan malı, ancak bir kişinin yanında bulabilen kimse başkalarının aldığı fiyattan alır. Hele böyle bir alış-veriş insanların yiyecek ve giyecek maddeleri gibi zaruri, günlük ihtiyaçlarından olursa, satıcı böyle malları bilinen normal fiyatıyla satmak mecburiyetindedir. Bu şekilde davranması kendisine dini bir görev (vacip) olur (İbn Teymiye, Fetava, XXIX, 361).

 

Sonuç:

Özetle söylemek gerekirse İslam ekonomisi, İslam dininin temel prensipleriyle ve Allah’ın koyduğu doğal yasalarla kayıtlı ama o prensipler dışında insanları irade, akıl ve vicdanlarıyla baş başa bırakan kendine has bir serbest piyasa ekonomisi olarak değerlendirilebilir. Bu yönüyle sistem, bireysel mülkiyeti yok sayan katı devletçi sosyalist ekonomiden ayrıldığı gibi, toplumun ortak kurumu olan devleti ekonominin genel işleyişini kontrol etmek ve kimseye haksızlık etmeyen bir dağıtıcı adalet geliştirmekle yetkili ve sorumlu görmesi bakımından liberal ekonomiden de önemli ölçüde ayrılır. İslam, bu bakımdan insanın bireysel hürriyetini yok saymadığı gibi, aynı zamanda sınırsız bir özgürlükle başıboşluğa terk etmeyen prensipli, ölçülü, dengeli ve kuşatıcı bir sistemdir. Tespit ettiği bir prensibi abartarak bütün prensiplerin yerine geçiren ama onun dışında kalan bütün evrensel alanı o dar kalıbın içerisine sığdırmaya çalışan beşeri ideolojiler gibi bölücü ve abartıcı değildir. Fıtrî, tabiî, olgusal gerçekliği ne yok sayar ne de abartır. Kategorik olarak aralarında farklılık görse de ekonomik değerleri ahlaktan, ahlaki değerleri dinden, dini değerleri insani/toplumsal değerlerden, beşeri değerleri tabi/doğal değerlerden bütünüyle ayrı ele almaz. Varlıkların irtibatlı, birbirini tamamlayıcı, birleştirici ve bütünleştirici olarak tasarımlandığını görür. Onun için eşyayı ölçüsüzce ve sorumsuzca tüketilecek değersiz bir materyal yığını olarak görmez. Bu sisteme göre insanın kendi canı da dâhil bütün varlık alanı insana bir emanettir. Dolayısıyla insan, ehliyet, liyakat, hakkaniyet ve adalet gibi en temel ilahi donanım ve insani birikimler çerçevesinde yetkili kılınmıştır. İnsanın özgürlük alanını başkalarının özgürlük alanıyla sınırlamaya itirazı yoktur. Ancak özgürlük alanını sınırlayan “başkası” ifadesini ne insandan ibaret görür, ne de soyluluk anlayışıyla sınırlarını çizdiği kendi ayrıcalıklı toplumundan ayırır. Bu nedenle yükümlülüklerin bir kısmını hukuki kabul ederek yaptırımını kamu erkine havale etmiş, bir kısmını ise ahlaki kabul ederek yaptırımını topluma-bireylere, onların alkışlamalarına veya yuhalamalarına ve tabii ki,  ilahi adalete bırakmıştır. Çünkü İslam’ı vazeden Allah, muharref dinlerin ve beşeri ideolojilerin sayıkladığı gibi dünyada vurdumduymaz bir seyirci, ahirette faal ve acımasız bir tanrı değildir. Rahmeti ve gazabı gökleri ve yeri kuşattığı gibi O, dünyanın ve ahiretin de faal hükümranıdır. Gökleri ve yeri rızıkla doldurduğu gibi, hakkaniyetle de doldurmuştur. Bunun bir sonucu olarak insandan da hakkaniyet ve adaleti gözetmesini istemektedir. Daha açık bir ifadeyle faal ve kuşatıcı plan (kader) dâhilinde, özgür irade ve girişimci bir ruhla donattığı insandan bilinçli (müttaki) ve sorumlu (mesuiyetli) davranış beklemekte, dolayısıyla hesabı verilebilir bir ekonomik faaliyet öngörmektedir. Bunun için İslam düzeninde ancak hesabı verilebilir bir serbest piyasa ekonomisinin varlığından söz edilebilir.

Toplumu ferdin, devleti toplumun tanrısı haline getiren bir ideolojiyi İslam’la bağdaştırmak asla mümkün olmadığı gibi, dünyayı üç beş tröste çiftlik, bütün insanlığı da üç beş aç gözlü sermayedarın kölesi yapacak bir sistemi İslam’a uygun göstermek de mümkün değildir. Eğer serbest piyasa ekonomisi ya da liberal ekonomi bu ikincisine deniyorsa bu sistemi sadece bugünkü ılıman söylemiyle değerlendirmek yanıltıcı olabilir. Söz konusu sistem tarihi geçmişiyle birlikte değerlendirildiği takdirde şairin dediği gibi kalbindeki kara leke gömleğinin üzerine kadar çıkabilir. Çünkü Liberal ekonominin cari olduğu söylenen ülkelere bakıldığında hemen hepsinin dünden bugüne sömürgeci, vahşi kapitalist ülkeler olduğu, devlet ve güçlü ordular eliyle dünyayı sömürerek tekel haline gelmiş bir avuç azınlık yarattığı, fakat aynı azınlığın kendilerine bu imkânları sağlayan devletleri artık yük görmeye başladıkları ya da devletten daha geniş bir yetki alanını ele geçirmek istedikleri görülecektir. Bu ülkelerin ele geçirdikleri güç ve imkânın gözlerimizi kamaştırması bizi onlara özendiriyor ve o sistemin İslam’a uygun olduğunu söylettiriyorsa bu durum, Firavun ve Karun’un gücüne özenmekten çok farklı bir durum değildir. Liberalizmle sosyalizm arasında tercih yapmanın İslami olduğunu söylemek, aslında Firavun’un mu yoksa Karun’un mu tek başına ekonomiye ve topluma egemen olması gerektiğini, daha ironik bir ifadeyle hangisinin daha (sözüm ona) İslamî olacağını tartışmak kadar abes bir durumdur. Bunlardan birinin çok kötü olması diğerinin iyi olması anlamına gelmeyeceği gibi, Müslümanlar bu iki seçenekten birini seçmek ve İslam’a benzetmek zorunda da değildirler. Kendi sistemlerini kurmak ve geliştirmek onların en doğal hakkı ve de bizce zorunlu görevleridir. Bu nedenle bu tür öykünmeler, aslında Müslüman bilim adamlarını kendi özgün ve orijinal sistemlerini kurup geliştirmek gibi asıl önemli fonksiyonlarını icra etmekten alıkoymaktadır.

Dile getirdiğimiz bu düşüncelerden başka dünyaların veya başka medeniyet havzalarının geliştirdiği farklı tecrübe birikimlerinden istifade etmeyi yadsıdığımız anlaşılmamalıdır. Elbette ki insanlığın ortak mirasından faydalanmak, tabi, insani ve dolayısıyla İslami bir tutumdur. Ancak böylesi bir tutum, kendi inanç, ahlak, kültür ve medeniyet telakkimize yabancı bir sistemi olduğu gibi kabullenip üzerine ‘İslami’ etiketi yapıştırmaktan çok farklı bir tavır alma şeklidir. Dolayısıyla diyebiliriz ki, bu tür öykünmeler, hemen her alanda olduğu gibi kendimize has bir ekonomik sistemi geliştiremeyişimizin ve bu eksikliğin doğurduğu boşluğun tabi bir sonucu olarak da değerlendirilebilir. Örneğin Kuran’da çok önemli ekonomik prensiplerin varlığı bir hakikattir. Ancak Kur’an bir ekonomi kitabı değildir ve Kuran’da kullanıma hazır bir ekonomi paketlerinin varlığından söz edemeyiz.  Tıpkı Kuran’ın bir hukuk kaynağı olmasıyla bir kanunname metni olarak algılanması arasındaki fark kadar önemli bir farktır bu ayrım. Bu nedenle Kuran’ın sunduğu imkân ve prensipleri ele alıp insanlığın geliştirdiği ekonomik tecrübeyle mezcederek İslam inanç ve değer dünyasına özgü bir sistem veya sistemler geliştirmek, İslam toplumlarının kifai, Müslüman bilim adamlarının ayni şekilde sosyal ve toplumsal görevleridir. Dolayısıyla en temel sorun, böyle bir sistemi ya olmayan yerden bekleme ya da bize ait olmayan yerden kopya etme hazırcılığı olunca en temel çözüm de kendi sistemimizi kurmak olacaktır. Bunu yapmaya başladığımızda her şeyin çok farklı olduğunu görme bahtiyarlığına erebiliriz.


*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.